Tuzla etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tuzla etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Eylül 2014 Çarşamba

Siz Hiç Öldünüz Mü?





Hiç unutmam fena halde öldüydüm bi keresinde.

O zamanda kaldı insana kinim öfkem...hatta zamanla zaman hepten anlamını yitirdi. En vazgeçilmezlerin, denizlerin dalgasında bir köpük kadar değer taşıdığını öğrendim. Susmak, kelimelerin taşıyamadığı anlamlarla zengindi..bildim.

Çok net hatırladıklarım ve savunma güdüsü ile hafızamın sildiklerinden oluşan hikayemi anlatacağım size bugün ihmal ettiğim günlerin affı için. Ayrıntıları hoşgörün ..göreceksiniz ki bütünü anlamakta her birinin verdiği mesaj ve belirleyicilik yadsınmaz.

Evlendikten 1.5 sene sonra eşim askere gitti. Herkes, o gitmeden hamile kalmamı o döndüğünde bir bebeğin olduğu yuvamızın harika bir şey olacağını empoze edip duruyordu. Dumur olmuştum .Allah'ım ya Rab'bim. Göbeğimi saklamayıp övüneceğim ve nazlanacağım yegane dönemi bi başına yaşamak? Böreği fırına koy işten geldiğinde hazır olsun mantığıyla bebek sahibi olmak? Elbette söyledikleri sağ kulağımdan girip sol kulağımdan çıkmadı ;zira sağ kulağımdan girmelerine bile izin vermedim. Saçmalıktı. İlerleyen zamanda yaşadıklarım, hayatınız hakkında kendi kararınızı vermenizin önemini anlatacak sizlere.

Bir de sırt çantama takmışlardı. Yeni evli bir kadına yakışmayan bir stildi benimkisi. Kot pantolon, ardımda bir sırt çantası..Hani şöyle topuklu ayakkabı şıkıdım kıyafet, kolumda şık bir çanta ile alkış toplardım doğrusu...Ama ben kaplumbağa gibi evimi (sevdiğim şeyleri) sırtımda taşımayı severdim. İyi ki dinlemedim onları. Bugün yürüyebilmemi dik başlılığıma borçluyum.

Özer askere gidince, hazır bi başına ve özgürüm; denemek istediklerimi deneyeyim diye TRT'den ayrılıp Yeşilçam'a gittim. Çalışma saatleri oldukça yoğundu ve düzenli , klasik bir evlilik hayatı için pek de ideal değildi. Hazır Özer yokken bu piyasaya adım atıp yer edinmek ve o geldiğinde tecrübe edinebilmiş biri olarak iş seçiminde biraz daha belirleyici bir rol edinebilmekti düşüncem. "Fırtınalar" dizisinde yönetmen yardımcısı olarak iş buldum.

O gün, Üsküdar'ın Çiçekçi pazarından alışveriş yapıp eve dönüyordum. Ellerim poşetlerle dolu evime dönerken yolda dinlenmeye koyulmuş iki kadından biri beni gösterdi diğerine:

-Beli sağlam da taşıyo bak..ey gidi ey..gençken ben de taşırdım ama şimdi belim sağlam değil...vs vs vs. Bir susmadı kadın. Ben onu  duymaz olana kadar söyledi "ah ah" larını.

Kısa yol olarak kullanılan mezarlık arasından çıktığımda içimdeki ürperti ile ilk gördüğüm dilenciye sadaka verdim. Aklımda askerdeki eşim, Trabzon'daki ailem vardı. Az sadaka çok bela savarmış. Zaten az olan paramdan verdim. İyi de etmişim.

Hafta sonu eşimin yanına gidecektim. Temiz çamaşırlardan çanta hazırladım. Onunla aynı yerde yatan herkes için Pakmaya'nın tarif kitabından edindiğim tarifle mayalı hamurdan "zeytinli dolama" hazırladım. Sabaha kadar belki 5 belki 6 tepsi pasta demekti bu. Askeri zaten çok severim. Oradaki canların her birini kendi kardeşim bildim, zevkle şevkle pişirdim fırının sıcağından emeğin yorgunluğundan söz etmeden.

Rahmetli babaannemin beni sevmediğine inanmışımdır her zaman. Evlenirken kalınca bir altın zincir hediye etmişti bana istemeye istemeye. Özer'in alyansı o zincire takılıydı. Boynumdan hiç çıkartmıyordum.

O sabah Kadıköy'deki Murat Pastanesine gittim. Tatlı bir şeyler daha almak istiyordum. Aldım, meblağ düşündüğümden fazla çıktı. O esnada, sıkça geldiğim ve  evvelden de muhabbet ettiğim için asker ziyaretine gittiğimi bilen satıcı ücretin bir miktarını daha sonra vermem konusunda ısrarcı oldu. Durum gerçekten zordu ..herkese pasta götürme fikrinin hevesi normalde evet demeyeceğim bu öneriyi kabul etmeye itti beni. Pazartesi gelirim dedim, gülümsedi.

Trene bindim, Tuzla'ya gittim. Özer askere giderken, herkes torpil bulmamız için teşvik ediyordu bizi ama ben Allah'a emanet konusunda tereddütsüzdüm. PKK'nın yoğun olduğu o yıllarda korku vardı elbette ama kimsenin hakkını yiyemezdik. Eşimde zaten böyle bir şeyin lafını ettirmezdi. Şans bu ya, acemiliği Tuzla'ya çıkmıştı. Sırtını Allah'a daya, gerisi boş işte. Hafta sonları yanına gidip çamaşır götürebiliyordum ve onu görebiliyordum böylece. Trene bindim yola koyulduk. Bir kaç durak sonra kondüktör trene biletsiz binen 15 yaşlarında tinercileri yakaladı ve dövmeye koyuldu. Çok üzülmüştüm. Cebime ancak Kadıköy'e dönecek kadar para ayırdım, Kadıköy'den eve yürümeyi planladım ve o çocuklara cezalı bilet aldım. Dayak yemeleri içimi acıtmıştı. 

Tuzla'ya vardığımda eşimle minik bir piknik yaptık, pastalara arkadaşları için ayrı bir sevindi. Mutluydum, ne yorgunluk ne hüzün yoktu içimde. Olan biten, dün bugün yarın, mevsimler özlemler..her şey vardı sohbetimizde. Sonra zaman geldi ve ayrıldık. Ben tren istasyonuna gittim.

Peronda beklerken bir hanım ile sohbet ettik. O da asker ziyaretine gelmiş. O bir şeyler anlatırken akşam ezanının okunduğunu duydum. Normalde öyle çok duyarlı değilimdir o konuda ama içimi cız ettiren bir şeyler vardı o ezanın okunuşunda. İçimi tarifsiz bir hüzün sardı. Hanımı dinler görünürken etrafa baktım doymak istercesine. "Dünya ne güzel yer..yaşamak ne güzel şey" dedim. İçimdeki sızı gittikçe derinleşiyor, o ezan okundukça nedensiz bir şekilde gözlerime yaşlar doluyordu. Aradan seneler geçti kulaklarımdan hiç gitmedi sesi..neydi bilmem.

Trene bindik.
O hanım da yanımda
Tren hareket etti. İçmeler durağında durduk. Tekrar hareket ederken, bir önceki seferde dayak yemesinler diye cezalı bilet parasını verdiğim tinercilerden biri ileri atıldı ve boynumdaki altın kolyeyi çekerek kopardı perona atladı...
"Özer'in alyansı!" diye düşündüm çaresizlikle. Bir başkasına ait olduğunu sandığım boğuk bir çığlık duydum ama sanırım o bana aitti. Dengemi kaybederek gittikçe hızlanan trenden yuvarlandım ama Allah'tan peronun sonuna denk gelmiştim.. 10 metre önce  düşsem  peronla tren arasında kalırmışım. En iyi ihtimal belden altım parçalanırmış. Hızlanan tren beni savurdu..raylara doğru savrulurken limon sarısı bluzu ile koşarak uzaklaşan tinerci geri dönüp baktı ve bir saliseliğine gözgöze geldik.

Bir elektrik direğinden az daha yüksek mesafeden kendimi seyrediyorum şimdi. Tren durdu. Biri acil durum el frenini çekmiş olmalı. Herkes başıma toplanmış. Yaklaşmıyorlar. Kimse sorumluluk almak istemiyor biliyorum. Yerdeki  kendimi seyrederken bir bulut gibi havada asılı duruyorum. Elbisem açıldı mı , bir yerim görünüyor mu diye bakınıyorum endişeyle ilkin. Hay Allah..en sevdiğim yeşil elbisem paramparça ama bir yerim açılmamış iyi. Parçalanmış dizlerime ve yüzüme bakıyorum üzüntü ile. "Canım çok yanıyor olmalı" diyorum. Çok üzülüyorum bedenimin o haline. Bana el uzatmayan kimseye kızmıyorum. Kızılacak yerde değilim. Ölmek inanılmaz bir hafiflik; güzel hissediyorum kendimi. Düşünmekten bile daha hızlı hareket ediyorum, hafifliği huzuru inanılmaz. Oradan uzaklaşıyorum, gitmem lazım ama neden bilmiyorum. 

Sonra filmlerde anlatılan o şey oluveriyor. Tüm hayatım gözlerimin önünden akıp geçiyor unuttuğum tüm ince detayları ile. Ne ufacık bir an ne bir insan eksik değil. Belki bir saniyeden daha kısa sürede hatırlıyorum her şeyi ama her şeyi. Önemli olan şu ki, lafı gediğine koymaktaki becerimle yerle bir ettiğim herkes, küstüklerim, kırdıklarım, haklı olsam da ezdiklerim, öfkelendiğim anlar, öfkeyi kalbimde taşıdığım anlar kirli bir pas rengi halinde.. bağışladığım, sevdiğim, güldüğüm ve hele affettiğim anlar ise parlak renkler ile bezenmiş. İçimi sonsuz bir pişmanlık sarıyor. Ağlayabilsem ağlayacağım. Pişmanlık yakıcı. Ne boşmuş hepsi..haklı çıktım da ne oldu, niye kırdım ben insanları? Geri dönebilsem, af istesem, hani öleceksem yine öleyim ama bu pişmanlığın yükü çok ağır..affedin beni desem..diyebilsem ahh!!

Tekrar süzüldüm boşlukta. İki kapı var. Birinden yayılan huzur, serinlik ve güzellik bildiğim kelimelerle tarif edilir gibi değil. Sonsuza kadar orada olmak istiyor içim. Öteki kapıyı bildiğim kelimelerden sadece dehşet, hakikatli bir dehşet tanımlayabilir. Çok ama çok korkuyorum. İki kapının ortasında babam var. Üzerinde beyaz çizgili camgöbeği gömleği. Sıkıntılı anlarında yaptığı gibi iki eli arka cebinde. Alışıldığın dışında boynu bükük, başı yerde. Ona duyduğum sevgi yine de titretiyor içimi. Babam gelmiş beni yolcu etmeye. Düşünüyorum. Ablam...ondan ayrılmak dayanılır gibi değil. Özer'i düşünüyorum sonra..ona düşkünlüğüm onca ortada ve açıkken  bile 6 ayda zor açıldı bana, hayatı boyu yalnız kalır o diyorum içimden gülerek. Hayatı boyu..hayat? 

Elinin altında silah var, askerde..ya dayanamazsa ölümüme. Annemi düşünüyorum , ağlar o çok ağlar. Babam başı eğik ,sözcükler olmaksızın yere bakıp hükmü bekliyor. Belli yüreği ezik ama sözü yok. Ablam .. nasıl ayrılırım ondan? Abim..haylazlıklarımız. Ağlayamaz bile o..üzemem onları. "Baba" diyorum "döneceğim ben" Babam inanamayarak başını kaldırıyor ilkin. Ardından sonsuz bir sevinçle sarsılıyor vücudu , "evet " anlamında sallıyor başını . Derin bir nefes salıyor hemen ardından..tutmuş, nefes almamış o ana değin. Sonra tüm bunlardan hızla uzaklaşıyorum. O ferah aydınlık hızla yok oluyor. 

Oysa bir yerde güzeldi ölüm.

Uyandım. Uyuyakalmışım. Kızgın uyandım. Biri "anasını ...tiğim yol verseneeeeee" diye basbas bağırıyordu. Yanımda küfredilmesi hiç hazzetmediğim şeydir. Kim bu densiz diye baktım gözlerimi açıp. Tanımıyordum. Başım birinin omuzuna dayalı..doğrulayım dedim , tarifsiz bir acı ile haykırdım..yine karardı ortalık.

Uyandım. Sessizce etrafa bakındım. Hala aynı arabada arka koltukta iki kişinin arasında oturuyordum, başım birinin omuzuna yaslı idi. Neden orada olduğumu düşündüm. Hatırlamıyordum. Bütün hayatım, adım, kim olduğum dilimin ucuna gelip bir türlü hatırlayamadığım bir kelime gibiydi. Kimdim? Adım neydi? Kaç yaşındaydım? Neden buradaydım? Söyledim söyleyeceğim ama bir türlü hatırlayamıyordum. Gözlerim ellerime ilişti..alyansım. Evliydim. Çekinerek belime sarılmış ve omuzlarına yattığım adama baktım. Saç sakal birbirine karışmış kapkara bir adam..sinkaflı bir küfür daha savurdu yol vermeyen araca.."Aman Allah'ım ben ne yapmışım" dedim ve yeniden bayıldım.

Uyandım. Beyaz bir sedyede yatıyorum. O arabadaki adamlar bağırıp çağırıyor. Biri çıkardı nüfus kağıdını verdi görevliye.(Sonradan beni tedavi ettirecek parası olmadığından nüfus kağıdını rehin verdiğini öğrendiğim o insan ve diğerleri için sonsuz dualar ettim ömrümce.) Sedye beyaz..yanımdan minik kırmızı bir dere misali alıyor kan. Benim kanım biliyorum. Korkmuyorum. Elimi kaldırıp alyansıma bakıyorum. Bir doktor getiriyor o arabadaki adamlardan bir tanesi sürüye sürüye. Doktor "uykun var mı " diyor. Susuyorum. "Kustu mu" diyor. Adamlar evet diyorlar. Hepsi bir ağızdan bir şey anlatıyor. Kimim ben? En çok adımı merak ediyorum. "Deniz olsa adım keşke" diyorum. Denizi çok sevdiğimi biliyorum. Beyaz muşamba sedyeden ince bir iplik gibi akıyor kanım. Beni bir alete sokuyorlar tabut gibi. Tomografi gerekli diyor doktor. Bir tanesi daha nüfus kağıdını veriyor rehin alın diyor. Onu tanımıyorum. Kimseyi tanımıyorum. Kimim ben? Tomografi cihazı tabut gibi. İçine sokuyorlar beni, yorgunum, uyuyorum.

Uyandım. Tuvaletim var. İnliyorum. Adamlardan biri geliyor ,tuvalete götürüyor beni. Oradaki hanımlara rica ediyor "dik duramaz, beli kırık diyor" Kucaklayıp tuvalete götürüyorlar. Kapıyı kapatmaları için yalvarıyorum, halim yok ben kapatamıyorum. Canım çok ama çok yanıyor. Huy canın altında derler..can çıkmadıkça huy çıkmaz derler. Adımı bilmiyorum ama küfre kızmam ve utangaçlığım sabit. Sedyeye geri taşıyorlar. Bayılıyorum. Uyanamayacağım bir rüya görür gibiyim.

Uyandım. Başımda polis. Kimsin diyorlar bilmiyorum. Çantamda Fırtınalar dizisinin textleri. Bir de TRT'ye ait 3-5 antetli kağıt. Kimlik yok. Susmak istiyorum. Karanlık beni alıp götürüyor röntgen odasına giderken.

Uyandım. Kaç saattir bu haldeyim bilmiyorum. Bölük pörçük birşeyler hatırladım.T eyzemin oğlu var İstanbul'da, dayımın oğlu var. Eşim askerde. Adım mı..onu hatırlayamadım henüz. Polis geliyor tekrar. Üzerimdeki değerli olabilecek şeyleri alıyor, alyansımı vermiyorum. Gülüyor. "Çok mu aşıksın kocana" diyor. Gülümsüyorum.

Uyandım. Polise eşimin askerde ama acemi birliğinde olduğunu, Tuzla'da olduğunu söyledim. "Durumum iyi değil, belki öleceğim..onu son bir görsem olmaz mı? Getirseniz onu bana" diyorum. Polisin yüzü allak bullak. Diğer polise anlatıyor "alyansı avucunda, kocası gelip takacakmış kendi alyansını kendi takarsa olmazmış" diyor. Gidiyorlar.


 Polisler Tuzla'ya gitmişler. Durumu anlatmışlar. 

Komutanlar tartışıyormuş gecenin bir vakti yemin etmemiş er çıkartılır mı? Biri demiş ki "o da insan. Karısı ölmek üzere..son bir görme şansını almayalım elinden" Koğuşa emir gelmiş. " Özer kalk giyin"
Öteki komutan devreye girmiş. "Ya hanımı vefat eder bu firar ederse..yemin etmemiş eri gece vakti çıkartmak risk"
"Er Özer, soyun yat"
"Biz de gideriz onunla..siz sevmediniz mi hiç, evli adam,belki bir daha göremeyecek"
"Er Özer..giyin"
"bu riski alanın askerliği yanabilir arkadaşlar duygusal karar vermeyin"
"Er Özer..soyun yat"
"Polis gitmiyor onu almadan çok rica ettiler..ben de giderim , sorumluluğu alıyorum!"
"Özer..giyin koğuş dışında bekle!"

Bir komutanı (Allah her iki cihanda esirgesin onu her kimse) risk alıp onunla beraber geldi hastaneye. Özer'i görünce bahar esintileri içime dolmuş gibi hissettim. Ela gözleri ne tatlı bakıyor gözlerimin içine. Polis anlatıyor ona "alyansı avucunda, sen takmazsan olmazmış. Bişi diyeyim mi arkadaş. ben böylesine aşık kimseyi görmedim. Uğraşmazdım yoksa, bak ta Tuzla'ya geldik" Alyansı uzatıyorum ona sımsıkı tuttuğum avucumu açarak. Yüzük parmağıma takıyor sessiz ve dikkatlice. Mutluyum.

GATA'ya götürüldüm. Beynimin birazı dışarı çıkmak üzereymiş öyle dediler. Filmlerdeki gibi tepemde spot ışıkları ameliyathaneye alındım. Doktora bir karadeniz yemeği olan dible tarifi verdiğimi hatırlıyorum. Doktor bir yandan gülüyor bir yandan açılan kafatasımı kapatıyor beynimi yerinden çıkmamaya ikna ederek. Kafam fena, pek fena yarılmış. Belim ve omurlarımda kırık-çatlak varmış. Oralara platin koydular ama yürüyemiyorum. Gerçekten yatalak oldum! 

GATA'da uzun zaman yatacağa benzer halim.

Orada ne kadar yattım hiç bir fikrim yok. Eve çıktığımda yürüyemiyordum. Çeyizimle gelen dantelli çarşaf takımları , gök mavisi yorganımı sermek bugünlere nasipmiş. Olsun. Ölmedim ya. Umut hala var demektir.

Şimdi biraz geriye gitmek gerekiyor.

TRT'de çalışıyorum. Bir sabah işe gelirken otobüste karşıma bir kız oturdu. Kapkara alacalı suratının her tarafı irili ufaklı benlerle kaplıydı, sivri burnu ve ürkütücü gözlerine ayrı hava katan hepsi havada kıvırcık saçları vardı. Otobüsten inerken onu bir daha görmemeyi dileğimi çok net hatırlıyorum. Odama gittim, çay-tost ve sabahın rutin işlemleri sonrasında EĞKD (Eğitim Kültür Drama) bölümü bürosuna geçtim. Staj için gelen gençlerle doluydu ve hemen hepsi ya hocalarının tavsiyesi ile ya gelen yetkileri ikna ederek bir program bulmuşlardı. O kızı gördüm birden . Bir program bulamamıştı, kimsenin ona sıcak bakıp bir teklif götürmediği aşikardı.  O ise genç gururunu ayakta tutmak için incinmişliğine aldırmıyor tablosu çizmeye çalışıyordu. Çok genç..dedim. Kıyamadım. "Merhaba, bizim bir stajyere ihtiyacımız var eğer bir programınız yoksa bizimle olur musunuz?" başını kaldırdı, doğru duyduğundan emin olmaya çalışıyor gibiydi. Elimi uzattım..benimle geldi. O yaz birlikte çalıştık.

Tekrar kaza zamanı.
Annem yine neşeli olmaya çalışan gülümseyişi ile "bak kim geldi" dedi.
"Kim?" dedim
Bilmiyorum ki işareti yaptı çaktırmadan. İçeri stajyerim giriverdi. Şaşkınlıkla gülümsedim. Yine her zamanki gibi soğuk, sanki aslında orada değilmiş gibi bir ifadesi vardı. Bir süre sessizce oturduk. Sonra üzüntüsünü dile getirdi. "Haber verdiler geldim" dedi. Sonra benden bana bakmak için izin istedi. Ne demek istediğini anlamış değildim ama içimden onu kırmak gelmiyordu. Yorganı açtı. Elini bana hiç dokundurmadan avucunu açarak üzerimde gezdirmeye başladı. Garip bir sıcaklık hissettim önce. Sonra garip bir sızı. Sıkıntıyla yüzünü buruşturdu." Göbeğiniz düşmüş sizin" dedi. Karnımda sürekli bir ağrı olduğu doğruydu. Devinimli hareketleri ile bana hiç dokunmayarak karnımın üstünde elini dolaştırmaya devam etti. Bir süre sonra karnımın ağrısı geçmişti. Belim ve sırtımla ilgili bir kaç gün daha gelmesi gerektiğini söyledi. Sizi bizi bırakmıştım bir kenara, hayretten bayılmak üzereydim. "Naaapıyon seeennn?" dedim şaşkın hayran ürkmüş. Gülümsedi solgun. "Çağırdılar geldim" dedi. Sonra ayağa kalktı. Gitmem lazım, yine gelirim dedi ve gitti.

Ne yapacağımızı bilmez haldeydik. Stajı biteli çok olmuştu evimi ve yaşadığım sıkıntıyı nereden öğrendiği bir yana yaptığı şeyin ne kadar doğru olduğunu bilemiyorduk.Emin olduğum o sancılı ağrının karnımdan gittiği idi.Ona izin vermeye karar verdim.

Mevsim yazdı sanırım.Kuşların cıvıltısını duyuyor sokağa çıkıp yürüyemediğim için deli oluyordum. Tabanlarımda kaldırımı hissetmek için neler vermezdim.  Yürürken terlemek, rüzgarın saçlarımın arasında dolaşması özlemi beni deli ediyordu.

Stajyerim gelmeye gerçekten de devam etti.Düz asfaltta sarsılmadan araçla 3 km kadar gezebilirden başka izni olmayan ben ayağa kalktım ve hayata kaldığım yerden devam ettim.

Sonra stajyerim bana "sana borcumu ödedim,daha beni arama " dedi ve çıkıp gitti. Onu bir daha hiç görmedim.

Kimse bana elini sürmezken, sokakta görseniz kaldırım değiştireceğiniz hırpani dört adam beni kucaklayıp hastaneye götürmüş. İşittiğim küfürler beni yaşama kavuşturma telaşları imiş.Kartal Araştırma Hastanesine götürülmüşüm.Nüfus kağıtlarını rehin bırakıp beni tedavi ettirmişler.Ailem onlara her türlü teşekkürü denemiş ama onlar gülümseyerek evlatları olduğunu, onlara edeceğimiz hayır dualarını yeteceğini söylemişler.

Hafızam yerine gelince ve yürüyebildiğim ilk gün Murat Muhallebicisine koşup borcumu ödedim.Birine "inşallah..ama olmazsa hakkını helal et" demem o zamandan öğrenmişliğimdir.

Sizi sevmeyen birinin zoraki verdiği hediye bir şekilde gidiyor sizden..belki canınızı yaka yaka.

Bir daha kimseye küsmedim.Kırdıklarım unutkanlığımdan oldu, hatırladığımda af diledim.O filmi bir daha gördüğümde pas rengi bir yeri olsun istemiyorum.

Hamile olaydım yaşayacağım acı ikiye katlanacaktı.İnsanları dinlemeyip kendi bildiğimi okuduğum için kendimi daha çok sevdim.


Sırt çantam tam raylara gelmiş.O olmasaydı darbe çok daha sert olacaktı ve ben belki hiç iyileşemeyecektim. İnsan kendisi için en iyi olanı biliyor çoğu zaman.Hala sırt çantamla gezerim.

Bir adım önce düşsem trenle peron arasında kalacakmışım ve bacaklarım kopacakmış.Az sadaka çok bela savar, o gün verdiğim sadakanın hayrını hiç unutmadım.

Bir daha pazardan elimde torbalarla dönemedim, hiç dönemeyeceğim. Nazar adam öldürür Anadolu hurafesi değilmiş, yaşadım bildim.

Yarın kalkacağız ya inşallah...güneşi göreceğiz mainin içinde sıcacık. Sıkıntımızın yanında umudumuz da olacak ya fırından taze çıkmış ekmek gibi sevinci bizi sara sara.Sevdiklerimizin yanına koyacağız unuttuklarımızı belki, affetmenin büyüklüğünü yaşamak için en azından bir günümüz daha var diyeceğiz.Yarın kalkacağız ya, bitmemişliği başlatacağız işte yeniden.


Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. 
                                                                                     1947