pazar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
pazar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ekim 2024 Perşembe

ANĞ



Dün , zaman zaman görüşebildiğimiz ama görüştüğümüzde mutlu olduğumuz ama ikimizin de birbirinden yoğun iş programı olduğu için plan yapamadan  anlık fırsatları değerlendirip farklı şehirlerde olmamıza rağmen bir araya gelebilmeyi muhteşem şekilde başardığımız eski bir dostum aradı.

Dost dediysem, elimde büyüdü 😋 Aynı yerde çalıştık, bekardı o zamanlar. Şimdi  iki çocuk babası.

Aradı "yerinizde misiniz" dedi

"Aha? İstanbul'da mısınız" dedim.

"Üsküdar'dayım" dedi . Sesinde gülümsediğini duyuyordum.

"Bugün Çiçekçi pazarı var oraya gidiyordum çıktım işten. Nevmekan Selimiye'de buluşalım" dedim.

Evde yemek pişirmenin manası yok. Modern kölelere dönüştük. Uyumaya geliyor, uyanınca kalkıp yine işe gidiyoruz. Hafta sonları da çalışınca... tadı  kaçtı bunun. 

Selin kalkıp işe gittiğinde müezzin Nasa'ya eşdeğer bütçeye sahip  diyanetin ısrarla tamir etmediği bozuk hoparlörden "Allahuekber" diye haykırmaya uğraşıyordu yoğun cızırtıların arasında kaybolmuş sesiyle. Çoğu zaman yıllardır beş kere duyduğunuz şeyin kulak alışkanlığı ile aradaki boşlukları  dolduruyorsunuz. Öyle berbat bir cazırtı. Neyse ki  etrafımızda 856 camii daha var da onların  her nedense avaz avaz bağırarak okudukları  ezanın  sesleri arasında bunun cazırtısı duyulmaz oluyor bir süre sonra.

Bir kaç kere yazdım diyanete. Etraf  Karacaahmet mezarlığı.  Önünüzde hoparlör var. Etrafta 7 camii var. Hepiniz birden sesi sonuna kadar açıp  mikrofona avaz avaz bağırarak ölüleri  mi kaldıracaksınız nedir bu? Camı kapıyı kapatıyorsun ...yok. Evin içinde kendi iç sesimizi bile duyamaz olduk.

Neeeyyysse!

Ben pazara gittim 3-5 bişi aldım. Ona da "kolot" alayım dedim. Bizim pazarda bir peynirci var.  İmansızı bulunmuyor ama kolotu gayet iyi. Bi kuymak yapıyosunuz arşa kadar uzuyor filan. Bu saatte kalmamış olabilir ama kaldıysa hem bana alayım hem ona,  o da çocuklarına yedirir, tarif ederim yapılışını diye kendi kendime yazıp kura kura geldim peynirci arabasının  önüne. "Kolot kaldı mı" dedim. Adam baktı "Yok" dedi.

Klasik usüldür ve beni  hep güldürür. Bilerek  "hiç mi yok" dedim😂 O da ciddi bir şekilde karşılık verdi. "Hiç yok."

Üzülerek baktım  tezgahına ve sevinçle arkada bir  çeyrek kalıp  kolot gördüm. "E şurda var ya azcık..onu verseniz ya bana?" dedim. Baktı. 

-"Abla"  dedi. "Bi ufacık kız var.  Annesiyle geliyor. Kuymak peyniri istiyor. Kalmadı diyince çok ağlıyor. Biz her hafta ona ayırıyoruz bunu. Gelip alırsa ne ala. Gelmezse de o güzel  canı  sağ olsun."

Gözlerim foşşş diye doluverdi.

-Ne tatlısınız. Allah razı olsun...dedim.

Gülümsedi. Samimiyetle gülümsedi.  "Hepimizden abla" dedi.

Nevmekan'a gittim, birazdan o da geldi. Birbirimizi gördük  , becerdik yine buluştuk  diye çocuklar kadar şendik açıkçası.  O "ben yemeyeceğim , bir şeyler içerim" diyince patates kızartmalarına kendimi boğma hayallerim suya düştü. Sanki haftalardır görüşmemiş olan biz değiliz de az evvel  yarım bıraktığımız lafı tamamlıyor gibi  hararetle başladık konuşmaya. Sonra saate baktım, Selin'i aradım " Gelsene Ö. Abi'nle oturuyoruz Nevmekanda" dedim. O da çok sever Ö. Bey'i. Muhabbetin dibine vurduk  akşamın 9'una kadar.

O esnada pazarda olanı anlattım. Selin "anne kocaman adama ne tatlısınız mı dedin sahiden" diyerek kahkahayı bastı. O , öyle söyleyince ben de fark ettim durumun tuhaflığını ama akışta öyle sıcak öyle dostane idi ki  sözler, tuhaf gelmemişti doğrusu.

Sonra,  normal şartlar altında insanlarımızın çoğunluğunun ne asil yüreğe sahip olduğunu ve bu berbat 25 yılın bile içimizdeki iyiliği öldürememesinin de bir zafer olduğunu konuştuk. Onlar sohbete devam ederken şöyle bir baktım da...ikisini de ben büyüttüm  resmen yahu.

Hüzün...

15 Eylül 2024 Pazar

Twilight Yeniden Sinemalarda

 



Twilight serisi yeniden sinemalarda.

Kıvırcıklarının her teline kurban olduğum kızım hemen ilk seansa bilet almış bana. Dünyanın tüm gereklerini ve tüm yorgunluklarımızı bi yana iteleyip gittik 13 Eylül'de.

Tüm gün çalıştık.
20'de Fringe festival açılışına gittik.
22'de patlamış mısır ve kola onda,  çubuk kraker ve su bende Edfıııırd naraları ile yerimize oturmuştuk.


Ben filmin son  bölümlerini sinemada izleyebilmiştim. Sonra yaklaşık 50 sefer filan bilgisayar ya da televizyonda izledim.

Sinema sihrin ta kendisi.

en sevdiğim müziklerinden biri bu sahnede..tıklayın ve dinleyin lütfen

Sesler ne kadar farklı. Ufak bir iç geçiriş sahnenin anlamını ne kadr değiştiriyor ve ben  tv ya da bilgisayarda bunu hiç  duymuyorum. Hele Forks'a ait o  manzaralar var ya.. bırakın  filmi durdurup o  inanılmaz derinliği  izlemeyi, zamanı  durdurup doyasıya bakmak bile istiyor insan. Oraya gidip direkt bakabilen şanslı insanlar da var tabii.

Marvel filmlerinde ve twilight türü filmlerde salonda 50 yaş üstü insan neredeyse hiç yok. Bu bazen utandırıyor beni hani salonda tek olmak. Ancak   film başlar başlamaz kalan her şeyi unuttuğum için çok sorun olmuyor. Yine de düşünüyorum acaba 50 yaş üstü neden gitmiyor bu tür filmlere, bende bir tuhaflık mı var acaba diye. Tuhaflıklarını seven bir insan olmak ne büyük şans😋

Selin ile gittiğimiz ilk bölümdü. Salonda filmle (haklı olarak) alay edip çok gülen bir kesim vardı, normalde kızarım bu tür şeylere ama elimde olmadan ben de güldüm bu sefer. Edward'ın korkutucu bakmaya uğraştığı bir sahne var , orada kahkahalar yükselince ben de kapıldım  çok güldüm.  Umduğumdan iyi geçti  Alacakaranlık kısmı. 

filmdeki bu  ev gerçekten de kullanılan bir evmiş ve kimin olduğunu hep merak ettim.

Film çekimlerinden sonraki hallerini merak edip bakıyorum bazen.  Bella başlıbaşına bir hayal kırıklığı...

Cumartesi temizlikçi gelecekti, o nedenle 11'e aldığım bileti 16:30 seansına erteledim. Ancak temizliğin üstüne koştur koştur sinemaya git bi de tuzlu tuzlu şeyler ye... Allah'ım sana geliyorum diyerek eve zor attım kendimi.

Pazar sabahı uyandım, duş aldım ve Tutulma'ya gittim. Sabahın ilk seansı olmasına karşın  salon yine de doluydu.

Şafak Vakti-1 ve Şafak Vakti-2 ön satışa çıkmış. Selin " anne ben alayım sana" dedi. Oysa ben çoktan aldım biletlerimi.

Sonra bu güzel Eylül gününde sinemadan çıkıp  , yağmurun altında romantik bir  yürüyüş yapıp işe geldim.

Bazen  yaşamak cidden hoş bişi 😍



16 Aralık 2019 Pazartesi

PAZAR//Gurbet Kuşları-1964

 
Hafta sonu  klasik olarak işe geldiğim için Pazar gününe hak ettiğinden fazla anlam yüklüyorum belki. Pazar, bir inanışa göre Tanrı'nın  bile dinlendiği günmüş . 

Benim için Pazar, evde biriken işlerin yapılıp çılgıncasına çamaşır yıkanan, hafta içi daha kolay yemeklerle geçiştirildiği için kallavi yemeklerin olması gereken,nevresimlerin değişeceği, haklı olarak annesini beklemiş-özlemiş evlatla zaman geçirilip azcık da olsa gezilecek,evle ilgilenilecek, en az bir sinema filmi izlenilecek kitap okunacak,  ödevler-ertesi güne okul forması çanta hazırlığı kontrol edilecek filan.

Pazar gerçek bir dinlence günü.

Sinema filmi ne bulsam diye gezim gezim gezinirken ve doymak bilmek bir açlıkla Marvel filmi aranırken 1964 yapımı Gurbet Kuşları filmi zap sıçramasında yer aldı. Rahmetli Tanju Gürsu'yu çok severim. Bi bakiiim diye geri döndüm filme. Sonra 2004'lü olan kızımı ve eşimi çağırdım. Filmi birlikte izlemekte ısrar ettim.

Gurbet Kuşları'nın senaryosu Orhan Kemal ve Halit Refiğ'e ait. 1. Altın Portakal Film Şenliği'nde En İyi Film seçilen, yönetmeni Halit Refiğ'e de En İyi Yönetmen Ödülü'nü kazandıran film, Kahramanmaraş'tan büyük şehre, İstanbul'a göç eden bir ailenin dramını anlatıyor. Aile, büyük umutlarla İstanbul'a geliyor. Önce bir ev tutuyorlar, sonra da bir oto tamirhanesi açıyorlar...
YönetmenHalit Refiğ
Senaryo
YapımcıRecep Ekicigil
Görüntü YönetmeniÇetin Gürtop
Eser
Süre102 dk
TürDram
Özellikler35 mm, Siyah Beyaz

Doğru hatırlıyorsam Cüneyt Arkın'ın ya ilk filmi ya ilk filmlerinden biri. Filmdeki İstanbul ile bugünkü İstanbul arasındaki fark Nehir'i kahkahalarla güldürür ve "gerçek mi bunlar" diye sordururken eşimle bana sessiz ortak bir hüzün  verdi. Boş caddeler, çamurlu sokaklar, biraz virane evler...İstanbul , bir kimliği olan kent iken aradan geçen sadece 55 yılda bu hale nasıl geldi, nasıl getirildi? 


Tambir Nazım'ın "bu vatana nasıl kıydınız" haykırışı yükseliyor yüreğinizden izledikçe.

 Ailenin hayallerle geldiği kentten büyük kayıplarla geri dönüşü; doktor olan evlatlarının , abisi Amerika'da yerleşmiş olan zengin sevgilisini vatana hizmetin yüceliğini anlatıp "aslını unutan haramzade" deyişiyle kendini aslıyla ortaya koyabilişi; 

"Ben hayalimi gerçekleştirdim, hep bir İstanbullu sevgilim olsun isterdim" diyen büyük ağabeyin sevgilisinin mahallesinden çıkışı..

 
"Yatak yumuşak  mı bakayım" sorusunun ardından çırılçıplak ve namus elden gitmiş kızın safiyane umutları (Nehir burada gülmekten kendini kaybetti diyebilirim) ....bugüne ait ne çok şey var o filmde. Kaybettiğimizi farkına bile varmadığımız onlarca değer, nerede olduğumuzu fark ettiren yüzlerce replik.


Namus elden gidiyor diyerek "hususi otomobilde " gördüğü kardeşini bi temiz dövüp saçlarını kesen büyük ağabeye karşı durararak "bu evde biri dövülecekse sadece ben döverim" diyen babanın sözlerinde kızını korumak mı otorite mi olduğu 2019 yılında değerlendirildiğinde ne kadar da farklı anlamlar taşıyor. 


Aile, zararın neresinden dönsek kârdır diyerek tüm kayıplarına razı gelip memlekete geri dönerken, bir hiç olarak gelen ve hayallerine "kararlılıkla" yaklaşan "Haybeci" de bugünlere kadar belediyede yer almış olsa gerek!!!!

Nehir "neden o kadar fakirmişiz o zamanlar" diye sordu dalga geçmeyi bırakıp. Basma perdeler,gaz lambaları ona yabancı. Bir kızın başkası ile yattığı için intihara zorlanması , Rapunzel kadar masalsı ve uzak onun var olduğu dünyada. 



En az Marvel kadar gerçeküstü gelen  Gurbet Kuşları'nı mutlaka izlemenizi, hatta mümkünse yakınlarınızla birlikte izlemenizi öneriyorum.

Nerden geldik'i hatırlamak, nereye gidiyoruz'u fark etmek adına...



19 Ocak 2015 Pazartesi

"F"

"Unutkan oldum ben " demeye bayılıyorum sanki evvelden her bişiyi eksiksiz hatırlıyabiliyormuşumcasına.

Annemin, beni ayağında sallarken "küçük kurbağa"yı söylemesini hatırlıyorum evet,
Ablamın saçını ilk at kuyruğu yaptığında genç kız görüntüsünün beni korkuttuğunu çünkü çok güzel olduğunu gördüğümü ve bunu başkaları da görürse onu benden alacaklarını düşündüğümü de hatırlıyorum.

Ama bunlar uzak geçmişin silinmez nağmeleri gibi benliğimde...sonrası hep hastalıklı bir çizgi hafızamda. Var..kesildi çizgi gerisi yok.Var..kısacık bişi,gerisi yok. Silik anılar değil, silinmiş anılar.

5-6 yıl önceydi. Selin ile lahmacun aldık. Isırdım, dişim kırıldı. Lahmacuna ve dişime bakakaldım.
Günlerden Pazar'dı. Dişçi aradım, ordan biliyorum.
Medipol'e gittim. "Kanal tedavisi oldunuz mu  hiç" dediler. Gayet rahat " yok" dedim. Anlamadılar o diş niye kırıldı minnak bi ısırıktan.
Hemen inplant diye tutturdular.
İnplantın fiyatını öğrenince benim lahmacuna yapamadığımı onlar bana yapıyor diye düşündüm, kaçtım oradan.
Ölmem ya ..dedim

Ön dişin hemen sağındaki dişti kırılan.
Varlığını küçümsediğim sevgili dişim;yokluğun cehennemin ta kendisiymiş meğer.

Mizacım öyle, gülümserim ben her zaman . Bir tebessüm saklıdır dudağımın kenarında.
Gülümseyemiyorsun,
O yok olan dişin yeri öyle devasa bir karanlık görünüyor ki tüm büyüsü gidiyor gülümseyerek kurulan iletişimin.


Ama ben en çok "f" harfimi özler oldum.
O diş yoksa "f" çıkmıyor ağızdan
Evrimi yarım kalmış bir tuhaf tıslama
Hani "s" desen değil "l" desen hiç değil
Rezil rüsva bir alfabe dışı ses

Bir de benim işim diyalog üzerine.
Karşımdakini ikna etmem lazım.
"Anladım sizi,inanın bana yardımcı olacağım" demem lazım
Nereye diyorsun?? "Buyrun lütfen" bile diyemiyorsun
Buyrun lüsslltısssen
Ay rezalet!
Fakat diyorsun, kim sakat diyorlar
Başvuru sahibi geliyor, benim suratımda dudaklarım mühürlü bir tuhaf tebessüm
Gülümseyemiyorsun.
Şarkı söyleyemiyor, onu bırak bir yana kızsan küfür bile edemiyorsun!

Bir süre sonra dertlenir oldum.
"Ne güzel "f" derdim eskiden.Keşke sesimi kasete çekseydim" diye kendime acır oldum.
Çekilir dert değildi yaşadıklarım.

Ama şu inplant meselesi hiç içime sinmiyordu.Sonra sonra, eski dişçilerden birini buldum.

-"Ne inplantı be yavrum, iyi bişi diiil o" dedi

-"Biliyordum! " diye haykırdım içinde "f" geçmeyen bir kelime ile cevap verebilmenin sonsuz hazzı ile.

-"Kanal tedavisi yaptırdın mı sen" dedi
-"Yok.." dedim

Diş filmimi çektirdi.

-"Evladım, yaptırmışsın işte" dedi.
Şaşkın bir tıslama ile bakakaldım suratın.

Bir insan kanal tedavisi yaptırdığını nasıl unutabilir ki?
On kere git gel, onca acı sıkıntı çek, onca ödeme yap ...unut.
Yaaa, benim unutkanlığım öyle "ay arayacaktım unuttum" gibi  basit unutkanlıklar değil.
Resmen kendimi unutmuşum düşünsenize.


Neyse, dişçi acıdı halime.
Belki de o korkunç tebessümü bi daha görmek istemedi..o da olabilir.

Bir diş yaptı bana, yapıştırdı.
"Düşerse bu diş gel ama bugüne kadar benim yaptığım dişlerde böyle bir sorun yaşanmadı" dedi.

-"Fakat affınıza sığınarak ne kadar iftihar etseniz kendinizle..affedersiniz filan falan  ama bu fasılı atlatmanın mutluluğunu size ithaf ediyorum.Facia gibiydi fecaatti herşey fark etmişsinizdir siz de.."gibi ona anlamsız, bana "f"lerle dolu mutluluk cümleleri ile ellerine sarıldım doktorun.

Meblağ ise inplant için istediklerinin  bilmem kaçta biriydi.100 lira bile tutmadı yani.

Kaybetmeden kıymetini bilmek lazım derler ya.

Nerden bilirdim bir gün "f" harfini kaybedeceğimi ve bulunca dünyalar benim olmuşcasına sevineceğimi :-)

Saçma sapan mutluluklarla dolu ömrüm :))


10 Eylül 2014 Çarşamba

Siz Hiç Öldünüz Mü?





Hiç unutmam fena halde öldüydüm bi keresinde.

O zamanda kaldı insana kinim öfkem...hatta zamanla zaman hepten anlamını yitirdi. En vazgeçilmezlerin, denizlerin dalgasında bir köpük kadar değer taşıdığını öğrendim. Susmak, kelimelerin taşıyamadığı anlamlarla zengindi..bildim.

Çok net hatırladıklarım ve savunma güdüsü ile hafızamın sildiklerinden oluşan hikayemi anlatacağım size bugün ihmal ettiğim günlerin affı için. Ayrıntıları hoşgörün ..göreceksiniz ki bütünü anlamakta her birinin verdiği mesaj ve belirleyicilik yadsınmaz.

Evlendikten 1.5 sene sonra eşim askere gitti. Herkes, o gitmeden hamile kalmamı o döndüğünde bir bebeğin olduğu yuvamızın harika bir şey olacağını empoze edip duruyordu. Dumur olmuştum .Allah'ım ya Rab'bim. Göbeğimi saklamayıp övüneceğim ve nazlanacağım yegane dönemi bi başına yaşamak? Böreği fırına koy işten geldiğinde hazır olsun mantığıyla bebek sahibi olmak? Elbette söyledikleri sağ kulağımdan girip sol kulağımdan çıkmadı ;zira sağ kulağımdan girmelerine bile izin vermedim. Saçmalıktı. İlerleyen zamanda yaşadıklarım, hayatınız hakkında kendi kararınızı vermenizin önemini anlatacak sizlere.

Bir de sırt çantama takmışlardı. Yeni evli bir kadına yakışmayan bir stildi benimkisi. Kot pantolon, ardımda bir sırt çantası..Hani şöyle topuklu ayakkabı şıkıdım kıyafet, kolumda şık bir çanta ile alkış toplardım doğrusu...Ama ben kaplumbağa gibi evimi (sevdiğim şeyleri) sırtımda taşımayı severdim. İyi ki dinlemedim onları. Bugün yürüyebilmemi dik başlılığıma borçluyum.

Özer askere gidince, hazır bi başına ve özgürüm; denemek istediklerimi deneyeyim diye TRT'den ayrılıp Yeşilçam'a gittim. Çalışma saatleri oldukça yoğundu ve düzenli , klasik bir evlilik hayatı için pek de ideal değildi. Hazır Özer yokken bu piyasaya adım atıp yer edinmek ve o geldiğinde tecrübe edinebilmiş biri olarak iş seçiminde biraz daha belirleyici bir rol edinebilmekti düşüncem. "Fırtınalar" dizisinde yönetmen yardımcısı olarak iş buldum.

O gün, Üsküdar'ın Çiçekçi pazarından alışveriş yapıp eve dönüyordum. Ellerim poşetlerle dolu evime dönerken yolda dinlenmeye koyulmuş iki kadından biri beni gösterdi diğerine:

-Beli sağlam da taşıyo bak..ey gidi ey..gençken ben de taşırdım ama şimdi belim sağlam değil...vs vs vs. Bir susmadı kadın. Ben onu  duymaz olana kadar söyledi "ah ah" larını.

Kısa yol olarak kullanılan mezarlık arasından çıktığımda içimdeki ürperti ile ilk gördüğüm dilenciye sadaka verdim. Aklımda askerdeki eşim, Trabzon'daki ailem vardı. Az sadaka çok bela savarmış. Zaten az olan paramdan verdim. İyi de etmişim.

Hafta sonu eşimin yanına gidecektim. Temiz çamaşırlardan çanta hazırladım. Onunla aynı yerde yatan herkes için Pakmaya'nın tarif kitabından edindiğim tarifle mayalı hamurdan "zeytinli dolama" hazırladım. Sabaha kadar belki 5 belki 6 tepsi pasta demekti bu. Askeri zaten çok severim. Oradaki canların her birini kendi kardeşim bildim, zevkle şevkle pişirdim fırının sıcağından emeğin yorgunluğundan söz etmeden.

Rahmetli babaannemin beni sevmediğine inanmışımdır her zaman. Evlenirken kalınca bir altın zincir hediye etmişti bana istemeye istemeye. Özer'in alyansı o zincire takılıydı. Boynumdan hiç çıkartmıyordum.

O sabah Kadıköy'deki Murat Pastanesine gittim. Tatlı bir şeyler daha almak istiyordum. Aldım, meblağ düşündüğümden fazla çıktı. O esnada, sıkça geldiğim ve  evvelden de muhabbet ettiğim için asker ziyaretine gittiğimi bilen satıcı ücretin bir miktarını daha sonra vermem konusunda ısrarcı oldu. Durum gerçekten zordu ..herkese pasta götürme fikrinin hevesi normalde evet demeyeceğim bu öneriyi kabul etmeye itti beni. Pazartesi gelirim dedim, gülümsedi.

Trene bindim, Tuzla'ya gittim. Özer askere giderken, herkes torpil bulmamız için teşvik ediyordu bizi ama ben Allah'a emanet konusunda tereddütsüzdüm. PKK'nın yoğun olduğu o yıllarda korku vardı elbette ama kimsenin hakkını yiyemezdik. Eşimde zaten böyle bir şeyin lafını ettirmezdi. Şans bu ya, acemiliği Tuzla'ya çıkmıştı. Sırtını Allah'a daya, gerisi boş işte. Hafta sonları yanına gidip çamaşır götürebiliyordum ve onu görebiliyordum böylece. Trene bindim yola koyulduk. Bir kaç durak sonra kondüktör trene biletsiz binen 15 yaşlarında tinercileri yakaladı ve dövmeye koyuldu. Çok üzülmüştüm. Cebime ancak Kadıköy'e dönecek kadar para ayırdım, Kadıköy'den eve yürümeyi planladım ve o çocuklara cezalı bilet aldım. Dayak yemeleri içimi acıtmıştı. 

Tuzla'ya vardığımda eşimle minik bir piknik yaptık, pastalara arkadaşları için ayrı bir sevindi. Mutluydum, ne yorgunluk ne hüzün yoktu içimde. Olan biten, dün bugün yarın, mevsimler özlemler..her şey vardı sohbetimizde. Sonra zaman geldi ve ayrıldık. Ben tren istasyonuna gittim.

Peronda beklerken bir hanım ile sohbet ettik. O da asker ziyaretine gelmiş. O bir şeyler anlatırken akşam ezanının okunduğunu duydum. Normalde öyle çok duyarlı değilimdir o konuda ama içimi cız ettiren bir şeyler vardı o ezanın okunuşunda. İçimi tarifsiz bir hüzün sardı. Hanımı dinler görünürken etrafa baktım doymak istercesine. "Dünya ne güzel yer..yaşamak ne güzel şey" dedim. İçimdeki sızı gittikçe derinleşiyor, o ezan okundukça nedensiz bir şekilde gözlerime yaşlar doluyordu. Aradan seneler geçti kulaklarımdan hiç gitmedi sesi..neydi bilmem.

Trene bindik.
O hanım da yanımda
Tren hareket etti. İçmeler durağında durduk. Tekrar hareket ederken, bir önceki seferde dayak yemesinler diye cezalı bilet parasını verdiğim tinercilerden biri ileri atıldı ve boynumdaki altın kolyeyi çekerek kopardı perona atladı...
"Özer'in alyansı!" diye düşündüm çaresizlikle. Bir başkasına ait olduğunu sandığım boğuk bir çığlık duydum ama sanırım o bana aitti. Dengemi kaybederek gittikçe hızlanan trenden yuvarlandım ama Allah'tan peronun sonuna denk gelmiştim.. 10 metre önce  düşsem  peronla tren arasında kalırmışım. En iyi ihtimal belden altım parçalanırmış. Hızlanan tren beni savurdu..raylara doğru savrulurken limon sarısı bluzu ile koşarak uzaklaşan tinerci geri dönüp baktı ve bir saliseliğine gözgöze geldik.

Bir elektrik direğinden az daha yüksek mesafeden kendimi seyrediyorum şimdi. Tren durdu. Biri acil durum el frenini çekmiş olmalı. Herkes başıma toplanmış. Yaklaşmıyorlar. Kimse sorumluluk almak istemiyor biliyorum. Yerdeki  kendimi seyrederken bir bulut gibi havada asılı duruyorum. Elbisem açıldı mı , bir yerim görünüyor mu diye bakınıyorum endişeyle ilkin. Hay Allah..en sevdiğim yeşil elbisem paramparça ama bir yerim açılmamış iyi. Parçalanmış dizlerime ve yüzüme bakıyorum üzüntü ile. "Canım çok yanıyor olmalı" diyorum. Çok üzülüyorum bedenimin o haline. Bana el uzatmayan kimseye kızmıyorum. Kızılacak yerde değilim. Ölmek inanılmaz bir hafiflik; güzel hissediyorum kendimi. Düşünmekten bile daha hızlı hareket ediyorum, hafifliği huzuru inanılmaz. Oradan uzaklaşıyorum, gitmem lazım ama neden bilmiyorum. 

Sonra filmlerde anlatılan o şey oluveriyor. Tüm hayatım gözlerimin önünden akıp geçiyor unuttuğum tüm ince detayları ile. Ne ufacık bir an ne bir insan eksik değil. Belki bir saniyeden daha kısa sürede hatırlıyorum her şeyi ama her şeyi. Önemli olan şu ki, lafı gediğine koymaktaki becerimle yerle bir ettiğim herkes, küstüklerim, kırdıklarım, haklı olsam da ezdiklerim, öfkelendiğim anlar, öfkeyi kalbimde taşıdığım anlar kirli bir pas rengi halinde.. bağışladığım, sevdiğim, güldüğüm ve hele affettiğim anlar ise parlak renkler ile bezenmiş. İçimi sonsuz bir pişmanlık sarıyor. Ağlayabilsem ağlayacağım. Pişmanlık yakıcı. Ne boşmuş hepsi..haklı çıktım da ne oldu, niye kırdım ben insanları? Geri dönebilsem, af istesem, hani öleceksem yine öleyim ama bu pişmanlığın yükü çok ağır..affedin beni desem..diyebilsem ahh!!

Tekrar süzüldüm boşlukta. İki kapı var. Birinden yayılan huzur, serinlik ve güzellik bildiğim kelimelerle tarif edilir gibi değil. Sonsuza kadar orada olmak istiyor içim. Öteki kapıyı bildiğim kelimelerden sadece dehşet, hakikatli bir dehşet tanımlayabilir. Çok ama çok korkuyorum. İki kapının ortasında babam var. Üzerinde beyaz çizgili camgöbeği gömleği. Sıkıntılı anlarında yaptığı gibi iki eli arka cebinde. Alışıldığın dışında boynu bükük, başı yerde. Ona duyduğum sevgi yine de titretiyor içimi. Babam gelmiş beni yolcu etmeye. Düşünüyorum. Ablam...ondan ayrılmak dayanılır gibi değil. Özer'i düşünüyorum sonra..ona düşkünlüğüm onca ortada ve açıkken  bile 6 ayda zor açıldı bana, hayatı boyu yalnız kalır o diyorum içimden gülerek. Hayatı boyu..hayat? 

Elinin altında silah var, askerde..ya dayanamazsa ölümüme. Annemi düşünüyorum , ağlar o çok ağlar. Babam başı eğik ,sözcükler olmaksızın yere bakıp hükmü bekliyor. Belli yüreği ezik ama sözü yok. Ablam .. nasıl ayrılırım ondan? Abim..haylazlıklarımız. Ağlayamaz bile o..üzemem onları. "Baba" diyorum "döneceğim ben" Babam inanamayarak başını kaldırıyor ilkin. Ardından sonsuz bir sevinçle sarsılıyor vücudu , "evet " anlamında sallıyor başını . Derin bir nefes salıyor hemen ardından..tutmuş, nefes almamış o ana değin. Sonra tüm bunlardan hızla uzaklaşıyorum. O ferah aydınlık hızla yok oluyor. 

Oysa bir yerde güzeldi ölüm.

Uyandım. Uyuyakalmışım. Kızgın uyandım. Biri "anasını ...tiğim yol verseneeeeee" diye basbas bağırıyordu. Yanımda küfredilmesi hiç hazzetmediğim şeydir. Kim bu densiz diye baktım gözlerimi açıp. Tanımıyordum. Başım birinin omuzuna dayalı..doğrulayım dedim , tarifsiz bir acı ile haykırdım..yine karardı ortalık.

Uyandım. Sessizce etrafa bakındım. Hala aynı arabada arka koltukta iki kişinin arasında oturuyordum, başım birinin omuzuna yaslı idi. Neden orada olduğumu düşündüm. Hatırlamıyordum. Bütün hayatım, adım, kim olduğum dilimin ucuna gelip bir türlü hatırlayamadığım bir kelime gibiydi. Kimdim? Adım neydi? Kaç yaşındaydım? Neden buradaydım? Söyledim söyleyeceğim ama bir türlü hatırlayamıyordum. Gözlerim ellerime ilişti..alyansım. Evliydim. Çekinerek belime sarılmış ve omuzlarına yattığım adama baktım. Saç sakal birbirine karışmış kapkara bir adam..sinkaflı bir küfür daha savurdu yol vermeyen araca.."Aman Allah'ım ben ne yapmışım" dedim ve yeniden bayıldım.

Uyandım. Beyaz bir sedyede yatıyorum. O arabadaki adamlar bağırıp çağırıyor. Biri çıkardı nüfus kağıdını verdi görevliye.(Sonradan beni tedavi ettirecek parası olmadığından nüfus kağıdını rehin verdiğini öğrendiğim o insan ve diğerleri için sonsuz dualar ettim ömrümce.) Sedye beyaz..yanımdan minik kırmızı bir dere misali alıyor kan. Benim kanım biliyorum. Korkmuyorum. Elimi kaldırıp alyansıma bakıyorum. Bir doktor getiriyor o arabadaki adamlardan bir tanesi sürüye sürüye. Doktor "uykun var mı " diyor. Susuyorum. "Kustu mu" diyor. Adamlar evet diyorlar. Hepsi bir ağızdan bir şey anlatıyor. Kimim ben? En çok adımı merak ediyorum. "Deniz olsa adım keşke" diyorum. Denizi çok sevdiğimi biliyorum. Beyaz muşamba sedyeden ince bir iplik gibi akıyor kanım. Beni bir alete sokuyorlar tabut gibi. Tomografi gerekli diyor doktor. Bir tanesi daha nüfus kağıdını veriyor rehin alın diyor. Onu tanımıyorum. Kimseyi tanımıyorum. Kimim ben? Tomografi cihazı tabut gibi. İçine sokuyorlar beni, yorgunum, uyuyorum.

Uyandım. Tuvaletim var. İnliyorum. Adamlardan biri geliyor ,tuvalete götürüyor beni. Oradaki hanımlara rica ediyor "dik duramaz, beli kırık diyor" Kucaklayıp tuvalete götürüyorlar. Kapıyı kapatmaları için yalvarıyorum, halim yok ben kapatamıyorum. Canım çok ama çok yanıyor. Huy canın altında derler..can çıkmadıkça huy çıkmaz derler. Adımı bilmiyorum ama küfre kızmam ve utangaçlığım sabit. Sedyeye geri taşıyorlar. Bayılıyorum. Uyanamayacağım bir rüya görür gibiyim.

Uyandım. Başımda polis. Kimsin diyorlar bilmiyorum. Çantamda Fırtınalar dizisinin textleri. Bir de TRT'ye ait 3-5 antetli kağıt. Kimlik yok. Susmak istiyorum. Karanlık beni alıp götürüyor röntgen odasına giderken.

Uyandım. Kaç saattir bu haldeyim bilmiyorum. Bölük pörçük birşeyler hatırladım.T eyzemin oğlu var İstanbul'da, dayımın oğlu var. Eşim askerde. Adım mı..onu hatırlayamadım henüz. Polis geliyor tekrar. Üzerimdeki değerli olabilecek şeyleri alıyor, alyansımı vermiyorum. Gülüyor. "Çok mu aşıksın kocana" diyor. Gülümsüyorum.

Uyandım. Polise eşimin askerde ama acemi birliğinde olduğunu, Tuzla'da olduğunu söyledim. "Durumum iyi değil, belki öleceğim..onu son bir görsem olmaz mı? Getirseniz onu bana" diyorum. Polisin yüzü allak bullak. Diğer polise anlatıyor "alyansı avucunda, kocası gelip takacakmış kendi alyansını kendi takarsa olmazmış" diyor. Gidiyorlar.


 Polisler Tuzla'ya gitmişler. Durumu anlatmışlar. 

Komutanlar tartışıyormuş gecenin bir vakti yemin etmemiş er çıkartılır mı? Biri demiş ki "o da insan. Karısı ölmek üzere..son bir görme şansını almayalım elinden" Koğuşa emir gelmiş. " Özer kalk giyin"
Öteki komutan devreye girmiş. "Ya hanımı vefat eder bu firar ederse..yemin etmemiş eri gece vakti çıkartmak risk"
"Er Özer, soyun yat"
"Biz de gideriz onunla..siz sevmediniz mi hiç, evli adam,belki bir daha göremeyecek"
"Er Özer..giyin"
"bu riski alanın askerliği yanabilir arkadaşlar duygusal karar vermeyin"
"Er Özer..soyun yat"
"Polis gitmiyor onu almadan çok rica ettiler..ben de giderim , sorumluluğu alıyorum!"
"Özer..giyin koğuş dışında bekle!"

Bir komutanı (Allah her iki cihanda esirgesin onu her kimse) risk alıp onunla beraber geldi hastaneye. Özer'i görünce bahar esintileri içime dolmuş gibi hissettim. Ela gözleri ne tatlı bakıyor gözlerimin içine. Polis anlatıyor ona "alyansı avucunda, sen takmazsan olmazmış. Bişi diyeyim mi arkadaş. ben böylesine aşık kimseyi görmedim. Uğraşmazdım yoksa, bak ta Tuzla'ya geldik" Alyansı uzatıyorum ona sımsıkı tuttuğum avucumu açarak. Yüzük parmağıma takıyor sessiz ve dikkatlice. Mutluyum.

GATA'ya götürüldüm. Beynimin birazı dışarı çıkmak üzereymiş öyle dediler. Filmlerdeki gibi tepemde spot ışıkları ameliyathaneye alındım. Doktora bir karadeniz yemeği olan dible tarifi verdiğimi hatırlıyorum. Doktor bir yandan gülüyor bir yandan açılan kafatasımı kapatıyor beynimi yerinden çıkmamaya ikna ederek. Kafam fena, pek fena yarılmış. Belim ve omurlarımda kırık-çatlak varmış. Oralara platin koydular ama yürüyemiyorum. Gerçekten yatalak oldum! 

GATA'da uzun zaman yatacağa benzer halim.

Orada ne kadar yattım hiç bir fikrim yok. Eve çıktığımda yürüyemiyordum. Çeyizimle gelen dantelli çarşaf takımları , gök mavisi yorganımı sermek bugünlere nasipmiş. Olsun. Ölmedim ya. Umut hala var demektir.

Şimdi biraz geriye gitmek gerekiyor.

TRT'de çalışıyorum. Bir sabah işe gelirken otobüste karşıma bir kız oturdu. Kapkara alacalı suratının her tarafı irili ufaklı benlerle kaplıydı, sivri burnu ve ürkütücü gözlerine ayrı hava katan hepsi havada kıvırcık saçları vardı. Otobüsten inerken onu bir daha görmemeyi dileğimi çok net hatırlıyorum. Odama gittim, çay-tost ve sabahın rutin işlemleri sonrasında EĞKD (Eğitim Kültür Drama) bölümü bürosuna geçtim. Staj için gelen gençlerle doluydu ve hemen hepsi ya hocalarının tavsiyesi ile ya gelen yetkileri ikna ederek bir program bulmuşlardı. O kızı gördüm birden . Bir program bulamamıştı, kimsenin ona sıcak bakıp bir teklif götürmediği aşikardı.  O ise genç gururunu ayakta tutmak için incinmişliğine aldırmıyor tablosu çizmeye çalışıyordu. Çok genç..dedim. Kıyamadım. "Merhaba, bizim bir stajyere ihtiyacımız var eğer bir programınız yoksa bizimle olur musunuz?" başını kaldırdı, doğru duyduğundan emin olmaya çalışıyor gibiydi. Elimi uzattım..benimle geldi. O yaz birlikte çalıştık.

Tekrar kaza zamanı.
Annem yine neşeli olmaya çalışan gülümseyişi ile "bak kim geldi" dedi.
"Kim?" dedim
Bilmiyorum ki işareti yaptı çaktırmadan. İçeri stajyerim giriverdi. Şaşkınlıkla gülümsedim. Yine her zamanki gibi soğuk, sanki aslında orada değilmiş gibi bir ifadesi vardı. Bir süre sessizce oturduk. Sonra üzüntüsünü dile getirdi. "Haber verdiler geldim" dedi. Sonra benden bana bakmak için izin istedi. Ne demek istediğini anlamış değildim ama içimden onu kırmak gelmiyordu. Yorganı açtı. Elini bana hiç dokundurmadan avucunu açarak üzerimde gezdirmeye başladı. Garip bir sıcaklık hissettim önce. Sonra garip bir sızı. Sıkıntıyla yüzünü buruşturdu." Göbeğiniz düşmüş sizin" dedi. Karnımda sürekli bir ağrı olduğu doğruydu. Devinimli hareketleri ile bana hiç dokunmayarak karnımın üstünde elini dolaştırmaya devam etti. Bir süre sonra karnımın ağrısı geçmişti. Belim ve sırtımla ilgili bir kaç gün daha gelmesi gerektiğini söyledi. Sizi bizi bırakmıştım bir kenara, hayretten bayılmak üzereydim. "Naaapıyon seeennn?" dedim şaşkın hayran ürkmüş. Gülümsedi solgun. "Çağırdılar geldim" dedi. Sonra ayağa kalktı. Gitmem lazım, yine gelirim dedi ve gitti.

Ne yapacağımızı bilmez haldeydik. Stajı biteli çok olmuştu evimi ve yaşadığım sıkıntıyı nereden öğrendiği bir yana yaptığı şeyin ne kadar doğru olduğunu bilemiyorduk.Emin olduğum o sancılı ağrının karnımdan gittiği idi.Ona izin vermeye karar verdim.

Mevsim yazdı sanırım.Kuşların cıvıltısını duyuyor sokağa çıkıp yürüyemediğim için deli oluyordum. Tabanlarımda kaldırımı hissetmek için neler vermezdim.  Yürürken terlemek, rüzgarın saçlarımın arasında dolaşması özlemi beni deli ediyordu.

Stajyerim gelmeye gerçekten de devam etti.Düz asfaltta sarsılmadan araçla 3 km kadar gezebilirden başka izni olmayan ben ayağa kalktım ve hayata kaldığım yerden devam ettim.

Sonra stajyerim bana "sana borcumu ödedim,daha beni arama " dedi ve çıkıp gitti. Onu bir daha hiç görmedim.

Kimse bana elini sürmezken, sokakta görseniz kaldırım değiştireceğiniz hırpani dört adam beni kucaklayıp hastaneye götürmüş. İşittiğim küfürler beni yaşama kavuşturma telaşları imiş.Kartal Araştırma Hastanesine götürülmüşüm.Nüfus kağıtlarını rehin bırakıp beni tedavi ettirmişler.Ailem onlara her türlü teşekkürü denemiş ama onlar gülümseyerek evlatları olduğunu, onlara edeceğimiz hayır dualarını yeteceğini söylemişler.

Hafızam yerine gelince ve yürüyebildiğim ilk gün Murat Muhallebicisine koşup borcumu ödedim.Birine "inşallah..ama olmazsa hakkını helal et" demem o zamandan öğrenmişliğimdir.

Sizi sevmeyen birinin zoraki verdiği hediye bir şekilde gidiyor sizden..belki canınızı yaka yaka.

Bir daha kimseye küsmedim.Kırdıklarım unutkanlığımdan oldu, hatırladığımda af diledim.O filmi bir daha gördüğümde pas rengi bir yeri olsun istemiyorum.

Hamile olaydım yaşayacağım acı ikiye katlanacaktı.İnsanları dinlemeyip kendi bildiğimi okuduğum için kendimi daha çok sevdim.


Sırt çantam tam raylara gelmiş.O olmasaydı darbe çok daha sert olacaktı ve ben belki hiç iyileşemeyecektim. İnsan kendisi için en iyi olanı biliyor çoğu zaman.Hala sırt çantamla gezerim.

Bir adım önce düşsem trenle peron arasında kalacakmışım ve bacaklarım kopacakmış.Az sadaka çok bela savar, o gün verdiğim sadakanın hayrını hiç unutmadım.

Bir daha pazardan elimde torbalarla dönemedim, hiç dönemeyeceğim. Nazar adam öldürür Anadolu hurafesi değilmiş, yaşadım bildim.

Yarın kalkacağız ya inşallah...güneşi göreceğiz mainin içinde sıcacık. Sıkıntımızın yanında umudumuz da olacak ya fırından taze çıkmış ekmek gibi sevinci bizi sara sara.Sevdiklerimizin yanına koyacağız unuttuklarımızı belki, affetmenin büyüklüğünü yaşamak için en azından bir günümüz daha var diyeceğiz.Yarın kalkacağız ya, bitmemişliği başlatacağız işte yeniden.


Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. 
                                                                                     1947