Ölüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ölüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ekim 2024 Pazartesi

Böylece "Ölüm"le Tanıştı; Oysa Bu Sefil Oyunda Asıl Keşfettiği Şey, "Yaşam"dı.


Dostoyevski'nin hayatını değiştiren olay neydi biliyor musunuz?
Kendi idam sahnesi…

Çar'ın baskı döneminde, arkadaşlarıyla bir sohbet grubu kurmuştu. Yakalandı. 28 yaşında idam isteğiyle yargılandı.

Mahkemenin sonucunu beklediği gece hücresinden alındı. Ölüm kararı yüzüne karşı okundu. Papaz günah çıkarttırdı. Gözleri kapalı olarak bir direğe bağlanıp, müfreze karşısına geçirildi.
"Ateş" emrini beklerken gerçek karar bildirildi kendisine…

Aslında mahkeme 8 yıl hapis vermiş, Çar bunu 4 yıla indirmişti; ama ona ders olsun diye böyle bir gösteri planlanmıştı.

Böylece "ölüm"le tanıştı; oysa bu sefil oyunda asıl keşfettiği şey, "yaşam"dı.

Stefan Zweig'a göre 4 yıl sonra yaralı parmaklarından zincirleri çıkardıkları zaman sağlığı bozulmuş, şöhreti uçup gitmişti, ama kırık dökük bedeninden her zamankinden daha parlak fışkıran tek bir şey vardı;
Yaşama sevinci…

Yüksek ve sarp bir kayalıkta, ancak iki ayağamın sığabileceği, dar bir çıkıntıda, dört yanım uçurumlar, okyanuslar, sonsuz bir gece, sonsuz bir yalnızlık ve hiç bitmeyecek fırtınayla sarılmış durumda yaşamak zorunda olsam ve bütün ömrümce, bin yıl boyunca, hatta sonsuza kadar o bir karış toprakta durmam da gerekse; o şekilde yaşamak, şu anda bir yarım saat içinde ölecek olmaktan çok daha iyidir.

Bu sözler Dostoyevski'nin Suç ve Ceza kitabında Raskolnikov karakterinin sarf etmiş olduğu sözlerdir.

Aslında Dostoyevski'nin idam anında yaşamış olduğu tecrübelerin aktarıldığı bir metindir.
Durumu en iyi anlatan cümle Nietzsche'nindir;

"Hayatı kaybetmenin kıyısına yaklaşanlar, onu daha iyi tanırlar."....

22 Ocak 2022 Cumartesi

Yeşil Koltuk / Ülker Abla'ma




Bir çok anımız  var onunla ama ben ne zaman adı  geçse, beni kırık kanadının  altına  aldığı o yıllarda , bayram alışverişine gidip birbirimizi tamamladığımız o günü düşünürüm.


Size ondan Hacıannem 'i anlatırken bahsetmiştim.

O, olmayan evladının yerine beni koymuş tepeden tırnağa  bayram kıyafetleri ile donatmıştı.

Başka hiç bir insan evladı için giymeyeceğim lacivert pileli mini etek ile nakışlı beyaz gömleği "onun sevgisi" gibi bayrak misali taşımıştım üstümde.

Ben, İstanbul'un hoyrat yalnızlığını onun gri gözlerindeki sevecen bakışla savurmuş,  bayram alışverişinde kendisine bir altın yüzük alması için yaptığım ısrarlar sonucu aldığı  zarif ve kendisi gibi sade yüzüğü "bayramı süslü karşılamak bir bana eziyet olmadı gördün mü" neşesi ile zafer ilan etmiştim.

Ölmüş.

Ölmez ki o..ne alaka daha dün konuştum?

Ama ölmüş.

Gerçekten..gitmiş vedalaşmadan.

Daha dün konuştum onunla oysa ki.

İş yoğunluğunda onu aramayı ihmal ettiğimi düşündüğüm için kendime kızıp dün  bir nefeslik molada aradım, sesini duydum,  kızlarımın ; yani torunlarının   karne başarılarını anlatıp güldüm. O da sevecen "daha iyiye gidiyor her şey" dedi.

Dün 12:27'de konuştum. Yoktu bir şeyi.

Ölmüş.

İş yerindeyken aradı haber verdi "öz yeğeni".

Sakin sesle dinledim ama kalbimin çarpıntısından onu duyamaz haldeydim. Sonra , kapatmam lazım ben  ağlayacağım dedim. 

Sonra, yan odadaki kulisteki sanatçıları dışarı fırlatacak bir boğuk çığlık.

Sonra ağla ağlayabildiğin kadar.

Şimdi 51 yaşın güya durgun  aklıyla o günleri bir kez daha düşünüp hatırlıyorum hazin . 

Birlikte uyuduğumuz  o geceyi ve birlikte uyandığımız o sabahı. Evladı gibi koynunda yatırdığı  o geceyi ve sevildiğimi hissederek uyandığım o sabahı.

Evlendiğimde "sen çok üşürsün geceleri" diyerek getirdiği kırmızıyı sevdiğimi unutmadığına vurguyla kırmızı seçilmiş o koca battaniyeyi

Arka bahçelerine atılmış yeşil bir koltuk vardı. Ben gelsem onun üstünde yaşasam duruyor mu o koltuk derdim, "olur, gel " derdi gülerek. Evlendim gittim ama kopamadım senden demekti  yeşil koltuğa meylim. Benle hep kalmanı isterdim ama hayat ve doğrular senin gittiğin yolu beziyor demekti o  müstehzi "olur,gel"

Gençliğimin en güzel anılarından birini,  ailem dışında sevgisini en kocaman taşıdığım ikinci insanı  kaybettim ben bugün.  Bir insan değil yitirdiğim sadece.. tertemiz anılar, tertemiz sevgiler bir daha asla bulamayacağım.

Hiç  evlenmedi ve çocuğu yoktu. Ama ben vardım her anneler gününde onu arayan ve " uzakta da olsam canımın ta içindesin " diyen.

Yaşadığımız  dünyanın hiç bir gerçeği-kuralı-getirisi o deli  yaşlarımda beni kucaklayan o sevgiye duyduğum minneti, onun beyaz saçlarında gri gözlerinde tutuk gülüşünde tamamlanan mutluluğu unutturmadı, yaşanılanların rengi hiç solmadı.

3 saat içinde, nefes alamadığı için..gerçekten melek olmuş.

Benim içimde kocaman bir boşluk var.. savruldum; anlatamıyorum.


30 Kasım 2018 Cuma

Aysel Hanım




Gerçek  hayat   öykülerini isim değiştirerek yazmak adetimdi...ama bu sefer gerçek ismi yazacağım.

Aysel Hanım ile iş yerinde tanıştık. Odamın bitişiğinde kendilerine verilmiş bir minik oda var,  filanca sendikaya ait. 

Bir ila bir buçuk karışlık bir kadındı. Arka cebinize koyun gezdirin yani öylesine minnoş öylesine zarif öylesine küçücük. Adeta bir serçe kuşu..biraz ürkek ama kararlı, çabuk üşüyen ve çok tatlı.


Her zaman kulak hizasından biraz aşağıda uzunluğu olan açık sarı dümdüz ve düz kesim  saçları vardı. Konuşurken iki eliyle saçlarını kibarca şöyle bir havalandırmak el alışkanlığı olmuştu.                                                                       
Kapımı  çalıp mesafeli ses tonu ile bir şeyler istediği gün başladı arkadaşlığımız. Öğretmenlikten emekli Aysel Hanım, filanca sendikanın 20 senelik gönüllü çalışanı. Kibar kibar giydirirdik işleyişe, olana bitene,  edebiyata ve sanata yapılan haksızlıklara. Kendini tutamaz gülerdi benim hoyrat söylenmelerime, teşbihlerime.  Odalarında ısıtma olmadığı için kış günleri çekinerek kapımı çalar ve sıcacık odamda kahveleri içerken iş yoğunluğundan çalıntı kendi hayatlarımıza eklenti  uzatılmış dakikaları paylaşırdık.

Geçen gün  şahane bir etkinlik vardı, keyifle koştururken filanca sendikanın başkanı  üzüntüyle bana seslendi.  O koşturmacada başkası olsa ertelerdim ama severim filanca sendikanın başkanı Bey'i.  3-5 acil detayı halledip yanına koşturdum gerisingeri. Yüzümde uzun zahmetli bir organizasyonun başarılı sonucunu yaşarkenki yorgun ama keyifli tebessüm.

Uzatamadı lafı. İçinde taşıyamamış 20 senelik çalışma arkadaşının , miniminnacık  Aysel Hanım'ı kaybetmenin üzüntüsünü. Kalp ameliyatına girdiğini, mikrop kapıp  öldüğünü anlatırken gözleri dolu doluydu.  Bir zaman sonra endişe ve şaşkınlıkla bana baktığında farkedebildim odaya girerkenki neşeli tebessümün halen yüzümde olduğunu...donakalmıştım. Tepki veremedim. Üzüldüm de diyemedim. Tebessüm, bir mendille silinip alınan kir gibi yok oldu yüzümden.   Bir şey demeden birbirimize baktık. İkimiz de  suskun bir yası paylaştık. Başımı eğdim ve odadan çıktım.

Yukarı etkinlik salonuna çıktığımda Türkiye'nin en tanınmış tarihçilerinden birinin coşkulu Atatürk anlatımını karanlık salonun  huzurunda  yok olarak  dinledim.Etkinlik bittiğinde filanca sendikanın  başkanına uğramadan, Türkiye'nin   en tanınmış tarihçilerinden birini alıp  cafe'ye indim ve onun coşkun-mütevazı neşesine gönülden  katıldım. Masamızın etrafındaki herkes o yüksek enerjiyi paylaşıp  düşmeyen bir tempo ile  Türkiye'nin en tanınmış tarihçilerinden biriyle dirsek temasında oturuyor olmanın keyfini sürerken ben  üzerime düşen şekilde ev sahipliği yapıyor ve sohbete kahkahalara katılıyordum. İnsanlar-gece-başarılı bir etkinlik-coşku, "artık vakti gelmişti" diyerek kucakladığımız kışa ait şiddetlenen yağmurlar  içiçe yaşanıp giderken o kalabalığın uğultusunda ben aslında yapayalnız bir şekilde Aysel Hanım ile  öğlenleri birbirimizi rahatsız etmemeyi umarak  birbirimizin masasına konuk olup çorba içtiğimiz köşeye bakıyordum.

Dışarıda yağmur yağıyor Kadıköy sokaklarını ıslatan. Kendime, kendimi duyacağım bir müzik hediye ettim (lütfen tık)

Sustum, yaşamı dinleyip ölümü düşünüyorum.

Cennettesiniz ve beni  duyuyorsunuz di mi Aysel Hanım ...

15 Haziran 2017 Perşembe

Çağla


Çağla var bizim, siz tanımazsınız.
Sürpriz yumurta gibi bir kız.
Sevişi,sövüşü,dövüşü,öpüşü şahsına münhasır.
Karadeniz türküleri gibi...ağıt yakarken gülmekten öldürüyor....her mutluluğunda bir hüzün.

Herkes gelir o görünmez, kimse olmaz bakarsınız yanıbaşınızda.

Ne kadar güzel olduğunu, ne yazık ki bilmiyor.
Çocukluğu kucağında, kadın haliyle uğraşıyor.

Neyse, bugün bir yazı paylaştı;bayıldım.
Mutlaka siz de okumalısınız...sevgilerimle


Ne güzel soylenmis....

          Soğuk bir kış sabahı sahildeki küçük bir köyden bir balıkçı
filosu denize açıldı.

          Öğleden sonra büyük bir fırtına koptu.

          Gece olduğunda balıkçı teknelerinden hiçbirisi limana dönememişti.

          Bütün gece boyunca eşler, anneler, çocuklar ve sevgililer
ellerini açıp, kaybolan sevdiklerini kurtarması için Tanrı'ya
yakararak kıyıda dolaştılar.

          Bu berbat durumda, bir de kulübelerden birinde yangın
çıktı.. Hiçbir şeyi kurtarmak mümkün olmadı.

          Gün ışırken, herkes sevinçle balıkçı teknelerinin tümünün
sapasağlam limana döndüğünü gördü..
          Kıyıda ağlayan tek kişi vardı. Yangında evi kül olan kadın..
Kocası karaya çıkarken "Mahvolduk! Evimiz, içindeki her şeyle birlikte
yangında kül oldu" diye haykırdı.
          Adam karısına sarıldı.. "O yangına şükürler olsun! Gecenin
zifiri karanlığında, o müthiş fırtınada, dağ gibi dalgalar arasında,
yanan kulübemizin ışığı sayesinde bütün tekneler, yolumuzu bulduk ve
salimen dönebildik."

          HAYAT BU

          Üzülüyorsun, takma diyorlar,

          Kızıyorsun, değmez diyorlar,

          Boşveriyorsun gamsız diyorlar.

          Konuşuyorsun, muhatap olma diyorlar,

          Çekip gidiyorsun, mücadele et diyorlar,

          Alttan alıyorsun, tepene çıkardın diyorlar.

          Bağırıyorsun, sakin ol diyorlar,

          Aklı başında davranıyorsun, bu kadar uslu olunmaz diyorlar..

          Ölünce ne diyecekler?

          Muhtemelen ...ölüm sana yakışmadı.

          Normal tabii, dirimizi beğenmediler ki ölümüzü beğensinler !

          Neyzen Tevfik demiş ki:

          Hayat, çatlak bardaktaki suya benzer...
          İçsen de tükenir içmesen de;
          Bu yüzden hayattan tat almaya bak...
          Çünkü yaşasan da bitecek...,

          yaşamasan da...
Selamlar.

3 Kasım 2015 Salı

Günbatımına Doğru


Seçim akşamı o oldu bu oldu.
Sabahına şu oldu bu oldu.

Kızanla kızdım , sayanla saydım sövenle sövdüm;sonra toparladım öfkemi amacıma yakıt yaptım.Dedim yolum belli soyum belli, hadi devam.

Okuldan telefon geldi Nehir'in bir ödevine yardım ettim.

Her gün yaptığım gibi odamdaki beyaz çiçeğe baktım gülümsedim.

Eksik listeme kekik ve safran ekledim...filan.

Hayat avucunun içine almış beni harmanlanmış yaşarken eski iş yerimden bir hanımın ölümün eşiğinde olduğuna dair bir haber aldım.

Kalakaldım.

Hani, çok da umurum olan bir tip değildi asla. Bir şeyler paylaşmış olmayı koyun bir kenara , bir kere olsun konuştuk mu birbirimizle bilmem. Bana göre silik biri, kendi galaksisinde parlak bir yıldızdı; umurum değildi.Lakin bu gencecik yaşında pençeleştiği hastalık ve son beni derinden sarstı. İstemedim bunu yaşıyor olmasını. Vermeyi lütfetmediğim tüm selamlar boğazıma düğümlendi. Onu  kendimden aşağı gördüğüm anların utancı pençe pençe yanaklarımda.Ben, simidimi yemiş çayımı yudumlayıp yaşarken bir selamı esirgediğim can yaşama veda etmek üzereymiş.

Çok dindar biri değilim sanırım. Ama yaşı benden hayli küçük olsa da anlattığı kıssalarla beni çok etkileyen bir hafız çocuk var hayatımın güzel bir köşesinde. O anlatmıştı öyküyü:

Hz.Ömer'in halifeliği dönemidir Hz.Ömer bir adamı görevlendirir der ki;Ben her evimden çıktığımda bana gelip de ki "Ölüm var Ömer ölüm".Adam peki der.Günler geçer adam sürekli gidip gelir.Bir gün Hz.Ömer aynaya bakar ve görür ki saçında bir tel beyaz saç var.Ertesi gün adam gelip ;Ölüm var Ömer ölüm deyince Hz.Ömer"yeter" der"Yeter gelmene gerek yok artık saçlarımda ki beyaz saçlar bana ölümü hatırlatıyor görevin sona ermiştir"

Bomboş geldi bana bir sürü şey yine. Unutmak insanın sahip olduğu en güzel şeymiş derler ya. Bunu da unutacağım belki bir gün. Ancak gidip ona kan verebilmek isterdim, ancak gidip bir son kez görmek isterdim,ona veda edebilmeyi çok isterdim.

Seçimi o kazanmış bu kazanmış, kredi kartı borcum şu gelmiş bu gelmiş, çocuklar şu notu almış bu notu almış....hepsi manalı ama bu değil yaşamın amacı.Dert edilecek şeyler değil bunlar aslında.

Ölüm var ölüm.

Unutalım dert ettiğimiz her şeyi. 
Olan neyse,severek yaşamak lazım.





Yaşam denizler gibi hükmünü kendi veren cinsten bir şey..


Ölüm yaşam gibi beklenmedik anda kapıda bitiveriyor.



Sevmekten gayrı ne var bu dünyada?





14 Ağustos 2015 Cuma

Ne Yaparım?

Benim tatlı, komik,şirin,özgür Fok Bıyığı'm beni mimlemiş.
E bayılıyorum ki ben mimlenmeye. :D

O zaman hadiiiiiiii diyerek başladım:

  • Üzgünken ne yaparım?


Üzüntü sebebine bağlı. Yürürüm.Müzik dinlerim ama üzüntü kaynağına yönelik  pekiştiren değil çözümleyen şarkılar olur. Mümkünse avaz avazdır ses, öyle sakin mırıl mırıl olmaz. Gider mezarlıkta otururum,gider denizin mai'sinde demlenirim,gider göğün maisine sığınırım. İlla ki yazarım. Yazmak içimin derinliklerine ittiğim her şeyin kendimce ses buluşu.İçim dolmadan,içim donmadan,içime attıklarım içimdekileri bozmadan yazarım.Gülümser dudaklarım,gözlerime bakınca ise anlar sadece dostlarım.

Sonra affederim..kendim hariç herkesi.



  • Kızgınken ne yaparım ?


Hep alay ederim.Kızdığım hemen her şeyin mizahi yanını görmeden edemediğim bir yapıyla doğmuşum ben.İnsan bir kere ölünce, yaşama dönme şansını yakalarsa kızacak pek bir şey yok bu hayatta diyor kesinlikle. 

Kızmama neden olan şeyi bir sorun olarak algılar, çözüme odaklı düşünürüm.

  • Peki öfkeliyken? 


O anda bir şey yaparsam kötü olur. Tsunami ya da 8.9 şidetinde bir depem etkisinde felakete sebep olmak zor değil benim için. Can yakmak istediğimde ürkütücü doğal yeteneklerim var;bunu ben de biliyorum benim çevremdekiler de bilir.Dilim mi daha fena elim mi bilemem..ikisini de kullanmaktan çekinmem. Göz bebeklerim bile yeşilini yitirir kapkara olur.Rezil rüsva bişiye dönüşürüm.Sesim hep sakindir.Bu da daha tehlikeli bişi aslında. Kaçmakta fayda var o durumlarda karşımdaki için.

Lakin öfke sebebim biraz kaçmayı başarırsa, 40 yaş sonrası edinebildiğim veya artık daha baskın olan bir yanımla sakinleşirim. Karaktersizlik derecesine varan merhametim ağır basar. Ceza verir ya da yargıyı kalbime değil aklıma taşırım.

Yürürüm rüzgârın temasına izin vererek. 

(Çocuklarım mevzu bahis değilse)Sonra affederim..kendim hariç herkesi.

İsterdim ki bu mimi herkesler yapsın ben isim vermeyeyim ama yapan bana haber versin ki koşup hemen okuyayım.

Sizi bilmek güzel geliyor bana...anlatın ki bileyim.

28 Haziran 2015 Pazar

Ömer'ime... (Gerçek Yaşam Öyküleri'nden)

Ömer ile saçmasapan bir yol kavşağında tanıştık.Ayrılışımız ise tanışmamızı unutturacak ölçüde daha büyük bir saçmalıktı.

Yeni bir işe başlamıştım. Bilmediğim koridorlarda bilmediğim insanlarla bildiğim sözcükleri kesiştirmeye, kuralları  öğrenmeye ve dahil olmaya çalışmakla geçiyordu günlerim. Sonra bir gün bu düzenli karmaşanın içerisinde ağlamasını duydum. Evde 5 aylık bebeğini bırakan her anne, acıktığı için ağlayan bebeğin sesini binlerce ses arasında ayırıp tanır. Koşturdum.Bir karış , solgun yüzünde halen kırmızı yanakları olan bir mahçup kadıncağız. Kucağında çakır yeşil gözleri ile şehla şehla bakıp ağlayan bir bebek.

-Emzirmem lazım..dedi kadıncağız sıkıntıyla.
-Gel..dedim ve onu bankodan içeri sokup sigara içilen merdivenaltına götürdüm.
-Ben burada bekliyorum, kimse gelmez,sen rahatça emzir.

Bebeğin ağlama sesi hıçkırıklara, hıçkırıklar memnuniyet içeren şapırtılara,şapırtılar  hoşnut mırıltılara dönüştü.

Annesi ile sohbet ettik biraz. Kastamonuluymuş. Ömer'i tavan arasında kendi başına doğurmuş. Evde kayınpederi varmış sadece, utanmışona seslenmeye. Çığlıkları korkuları arasında olmuş Ömer ile kavuşması. Eşi sağmış ama çalışırken belini sakatlamış,yatalakmış ve altına kaçırıyormuş sürekli. Neriman'ın ömrü, idrar kokulu çamaşırlar ve yokluklar içinde geçip gidiyormuş.Bir komşusu akıl vermiş git yardım iste diye, o da yol iz bilmez hali ile bize gelmiş.

Hep derim ya, hayat bana hiç adil davranmadı hep torpil geçti.İşe girdiğimden sonraki ay baba bir zam geldi maaşlara. Neriman'ı aldım tanzime gittim ve bir aylık erzak sabun ..ne isterse almasını , her ay bana gelmesini söyledim.

"Abla temizliğe filan geleyim borçlu kalmayayım sana" dedi, ben ise sadece Ömer'i her seferinde getirmesini rica etmekle yetindim.Gönlüm şehla bakışlarının etkisinde çenesindeki o çukura akıp gitmişti çoktan.

Ömer yaşına bastığında,Selin yaşına bastığında Neriman ve ben birer yaş büyüdüğümüzde hayat şekillenerek değişmeye devam ettiğinde biz hala görüşmeye devam ediyorduk. 

Neriman ilk geldiği zamanlarki çekingen halini yitirmiş biraz pervasız bir hal almışsa da ben Ömer'in çelimsiz ve oldukça çarpık bacakları ile ilk adımlarını atmasını izlemekten memnun,onu görmezsem özleminden kavrulacak ruh halimin verdiği geniş hoşgörü ile bu pervasızlıklara aldırmıyordum.

Ömer'in 2 yaşını geçtiği zamanlardı. Öğle tatilinde öfisin boşalmasından fırsat bulup Ömer ile oyun oynuyorduk. Kahkalarımızı duyup gelen Y Bey isimli bir iş arkadaşım ilgiyle Ömer'e baktı ..sonra yüzü düşünceli bir hal aldı. Y Bey'in yardımı ile Ömer'lere soba ve halı almıştık o kış,o da biliyordu ailenin halini ve benimle bağını.Bakışlarındaki hoşnutsuzluğa bir anlam veremesem de Ömer ve annesi gidene kadar bekledim.Onlar gider gitmez de Y Bey'in yanında aldım soluğu.

-Size bir şey soracağım..Ömer'e bir tuhaftınız bugün.Bir sorun mu var?
Bana baktı söylesem mi dercesine
-Kadriye Hanım..Ömer'in yüzünde ölümün gölgesi vardı.

Şoka girmiştim.Onun delirip delirmediğini düşünürken buz gibi bir yel kalbimin içinde gezindi ve ürpertisini bırakıp gitti.İkimiz de tek laf daha etmedik.Ben allak bullak bir vaziyette masama döndüm.

Aradan geçen bir seneye yakın zamanda ne zaman Ömer gelse, yüzünde görebileceğim herhangi bir iz arar uzun uzun bakardım ama o çenesindeki o muhteşem çukur ve şehla gözleri ile bana güler ve neşeli kahkahaları ile neye baktığımı anlamadan yaşam saçardı. Böyle zamanlarda döner endişe ile Y Bey'e bir daha bakar,önceki söylemini yalanlamasını bekler ama onun üzgün bakışlarını masasına indirişi ile burulurdum.

O yaz,Neriman bana gelip aklındaki işi söyledi ve benim de yardımımla yol kenarında toka satmaya başladı.Ömer hala küçük olduğu için ancak bunu yapabileceğini söylüyor, evine 3-5 kuruş da olsa katkıda bulunmaya çalışıyordu. 

Günler olağan akışında devam ederken , ben en sevdiğim lacivertlerimi giymişken, telefon trafiğinden bunalmış söylenirken, gök hala mavi - güneş hala parlakken bir telefon geldi. Öğle tatiline çıkacaktım, bağlamayın dediysem de acilmiş denilince açtım telefonu.

Neriman'dı.

Ama çığlık çığlığa bir Neriman'dı!

-Kadriye Abla, Ömer öldü Ömer öldü. Dün bir polis bu toka tezgahını kaldır burdan dedi, tekmeledi beni,korkmuş Ömer gizli kalp varmış Ömer'de..gece yatırdık sabah cesedini bulduk yatakta.Kadriye Abla Ömer öldü......


Neriman konuşmaya devam ediyordu ama ben artık suyun altındaymışım gibi boğuk seslerden başka bir şey duymuyordum.

Ağlayamadım.
Hem de hiç ağlayamadım Ömer'ime.

O günü ne zaman hatırlasam aklımı toplayana, kendime gelene kadar zamanın durması,birinin pause düğmesine basması için manasız ve sessiz bir yakarış gelir aklıma.

Y Bey'in yanıma gelip sessizce , akmayan gözyaşlarımı görürcesine çaresiz bana bakışı...

Yaprak dökümü değil dalımın kırılmasıydı Ömer'in gidişi benim için.


Kabullenmekten başka doğrunun ve mantığın yer almadığı bu ölümde kalbim ne mantığa ne doğrulara geçit vermedi. 

Kendim dahil kimseyi affedemedim.


10 Eylül 2014 Çarşamba

Siz Hiç Öldünüz Mü?





Hiç unutmam fena halde öldüydüm bi keresinde.

O zamanda kaldı insana kinim öfkem...hatta zamanla zaman hepten anlamını yitirdi. En vazgeçilmezlerin, denizlerin dalgasında bir köpük kadar değer taşıdığını öğrendim. Susmak, kelimelerin taşıyamadığı anlamlarla zengindi..bildim.

Çok net hatırladıklarım ve savunma güdüsü ile hafızamın sildiklerinden oluşan hikayemi anlatacağım size bugün ihmal ettiğim günlerin affı için. Ayrıntıları hoşgörün ..göreceksiniz ki bütünü anlamakta her birinin verdiği mesaj ve belirleyicilik yadsınmaz.

Evlendikten 1.5 sene sonra eşim askere gitti. Herkes, o gitmeden hamile kalmamı o döndüğünde bir bebeğin olduğu yuvamızın harika bir şey olacağını empoze edip duruyordu. Dumur olmuştum .Allah'ım ya Rab'bim. Göbeğimi saklamayıp övüneceğim ve nazlanacağım yegane dönemi bi başına yaşamak? Böreği fırına koy işten geldiğinde hazır olsun mantığıyla bebek sahibi olmak? Elbette söyledikleri sağ kulağımdan girip sol kulağımdan çıkmadı ;zira sağ kulağımdan girmelerine bile izin vermedim. Saçmalıktı. İlerleyen zamanda yaşadıklarım, hayatınız hakkında kendi kararınızı vermenizin önemini anlatacak sizlere.

Bir de sırt çantama takmışlardı. Yeni evli bir kadına yakışmayan bir stildi benimkisi. Kot pantolon, ardımda bir sırt çantası..Hani şöyle topuklu ayakkabı şıkıdım kıyafet, kolumda şık bir çanta ile alkış toplardım doğrusu...Ama ben kaplumbağa gibi evimi (sevdiğim şeyleri) sırtımda taşımayı severdim. İyi ki dinlemedim onları. Bugün yürüyebilmemi dik başlılığıma borçluyum.

Özer askere gidince, hazır bi başına ve özgürüm; denemek istediklerimi deneyeyim diye TRT'den ayrılıp Yeşilçam'a gittim. Çalışma saatleri oldukça yoğundu ve düzenli , klasik bir evlilik hayatı için pek de ideal değildi. Hazır Özer yokken bu piyasaya adım atıp yer edinmek ve o geldiğinde tecrübe edinebilmiş biri olarak iş seçiminde biraz daha belirleyici bir rol edinebilmekti düşüncem. "Fırtınalar" dizisinde yönetmen yardımcısı olarak iş buldum.

O gün, Üsküdar'ın Çiçekçi pazarından alışveriş yapıp eve dönüyordum. Ellerim poşetlerle dolu evime dönerken yolda dinlenmeye koyulmuş iki kadından biri beni gösterdi diğerine:

-Beli sağlam da taşıyo bak..ey gidi ey..gençken ben de taşırdım ama şimdi belim sağlam değil...vs vs vs. Bir susmadı kadın. Ben onu  duymaz olana kadar söyledi "ah ah" larını.

Kısa yol olarak kullanılan mezarlık arasından çıktığımda içimdeki ürperti ile ilk gördüğüm dilenciye sadaka verdim. Aklımda askerdeki eşim, Trabzon'daki ailem vardı. Az sadaka çok bela savarmış. Zaten az olan paramdan verdim. İyi de etmişim.

Hafta sonu eşimin yanına gidecektim. Temiz çamaşırlardan çanta hazırladım. Onunla aynı yerde yatan herkes için Pakmaya'nın tarif kitabından edindiğim tarifle mayalı hamurdan "zeytinli dolama" hazırladım. Sabaha kadar belki 5 belki 6 tepsi pasta demekti bu. Askeri zaten çok severim. Oradaki canların her birini kendi kardeşim bildim, zevkle şevkle pişirdim fırının sıcağından emeğin yorgunluğundan söz etmeden.

Rahmetli babaannemin beni sevmediğine inanmışımdır her zaman. Evlenirken kalınca bir altın zincir hediye etmişti bana istemeye istemeye. Özer'in alyansı o zincire takılıydı. Boynumdan hiç çıkartmıyordum.

O sabah Kadıköy'deki Murat Pastanesine gittim. Tatlı bir şeyler daha almak istiyordum. Aldım, meblağ düşündüğümden fazla çıktı. O esnada, sıkça geldiğim ve  evvelden de muhabbet ettiğim için asker ziyaretine gittiğimi bilen satıcı ücretin bir miktarını daha sonra vermem konusunda ısrarcı oldu. Durum gerçekten zordu ..herkese pasta götürme fikrinin hevesi normalde evet demeyeceğim bu öneriyi kabul etmeye itti beni. Pazartesi gelirim dedim, gülümsedi.

Trene bindim, Tuzla'ya gittim. Özer askere giderken, herkes torpil bulmamız için teşvik ediyordu bizi ama ben Allah'a emanet konusunda tereddütsüzdüm. PKK'nın yoğun olduğu o yıllarda korku vardı elbette ama kimsenin hakkını yiyemezdik. Eşimde zaten böyle bir şeyin lafını ettirmezdi. Şans bu ya, acemiliği Tuzla'ya çıkmıştı. Sırtını Allah'a daya, gerisi boş işte. Hafta sonları yanına gidip çamaşır götürebiliyordum ve onu görebiliyordum böylece. Trene bindim yola koyulduk. Bir kaç durak sonra kondüktör trene biletsiz binen 15 yaşlarında tinercileri yakaladı ve dövmeye koyuldu. Çok üzülmüştüm. Cebime ancak Kadıköy'e dönecek kadar para ayırdım, Kadıköy'den eve yürümeyi planladım ve o çocuklara cezalı bilet aldım. Dayak yemeleri içimi acıtmıştı. 

Tuzla'ya vardığımda eşimle minik bir piknik yaptık, pastalara arkadaşları için ayrı bir sevindi. Mutluydum, ne yorgunluk ne hüzün yoktu içimde. Olan biten, dün bugün yarın, mevsimler özlemler..her şey vardı sohbetimizde. Sonra zaman geldi ve ayrıldık. Ben tren istasyonuna gittim.

Peronda beklerken bir hanım ile sohbet ettik. O da asker ziyaretine gelmiş. O bir şeyler anlatırken akşam ezanının okunduğunu duydum. Normalde öyle çok duyarlı değilimdir o konuda ama içimi cız ettiren bir şeyler vardı o ezanın okunuşunda. İçimi tarifsiz bir hüzün sardı. Hanımı dinler görünürken etrafa baktım doymak istercesine. "Dünya ne güzel yer..yaşamak ne güzel şey" dedim. İçimdeki sızı gittikçe derinleşiyor, o ezan okundukça nedensiz bir şekilde gözlerime yaşlar doluyordu. Aradan seneler geçti kulaklarımdan hiç gitmedi sesi..neydi bilmem.

Trene bindik.
O hanım da yanımda
Tren hareket etti. İçmeler durağında durduk. Tekrar hareket ederken, bir önceki seferde dayak yemesinler diye cezalı bilet parasını verdiğim tinercilerden biri ileri atıldı ve boynumdaki altın kolyeyi çekerek kopardı perona atladı...
"Özer'in alyansı!" diye düşündüm çaresizlikle. Bir başkasına ait olduğunu sandığım boğuk bir çığlık duydum ama sanırım o bana aitti. Dengemi kaybederek gittikçe hızlanan trenden yuvarlandım ama Allah'tan peronun sonuna denk gelmiştim.. 10 metre önce  düşsem  peronla tren arasında kalırmışım. En iyi ihtimal belden altım parçalanırmış. Hızlanan tren beni savurdu..raylara doğru savrulurken limon sarısı bluzu ile koşarak uzaklaşan tinerci geri dönüp baktı ve bir saliseliğine gözgöze geldik.

Bir elektrik direğinden az daha yüksek mesafeden kendimi seyrediyorum şimdi. Tren durdu. Biri acil durum el frenini çekmiş olmalı. Herkes başıma toplanmış. Yaklaşmıyorlar. Kimse sorumluluk almak istemiyor biliyorum. Yerdeki  kendimi seyrederken bir bulut gibi havada asılı duruyorum. Elbisem açıldı mı , bir yerim görünüyor mu diye bakınıyorum endişeyle ilkin. Hay Allah..en sevdiğim yeşil elbisem paramparça ama bir yerim açılmamış iyi. Parçalanmış dizlerime ve yüzüme bakıyorum üzüntü ile. "Canım çok yanıyor olmalı" diyorum. Çok üzülüyorum bedenimin o haline. Bana el uzatmayan kimseye kızmıyorum. Kızılacak yerde değilim. Ölmek inanılmaz bir hafiflik; güzel hissediyorum kendimi. Düşünmekten bile daha hızlı hareket ediyorum, hafifliği huzuru inanılmaz. Oradan uzaklaşıyorum, gitmem lazım ama neden bilmiyorum. 

Sonra filmlerde anlatılan o şey oluveriyor. Tüm hayatım gözlerimin önünden akıp geçiyor unuttuğum tüm ince detayları ile. Ne ufacık bir an ne bir insan eksik değil. Belki bir saniyeden daha kısa sürede hatırlıyorum her şeyi ama her şeyi. Önemli olan şu ki, lafı gediğine koymaktaki becerimle yerle bir ettiğim herkes, küstüklerim, kırdıklarım, haklı olsam da ezdiklerim, öfkelendiğim anlar, öfkeyi kalbimde taşıdığım anlar kirli bir pas rengi halinde.. bağışladığım, sevdiğim, güldüğüm ve hele affettiğim anlar ise parlak renkler ile bezenmiş. İçimi sonsuz bir pişmanlık sarıyor. Ağlayabilsem ağlayacağım. Pişmanlık yakıcı. Ne boşmuş hepsi..haklı çıktım da ne oldu, niye kırdım ben insanları? Geri dönebilsem, af istesem, hani öleceksem yine öleyim ama bu pişmanlığın yükü çok ağır..affedin beni desem..diyebilsem ahh!!

Tekrar süzüldüm boşlukta. İki kapı var. Birinden yayılan huzur, serinlik ve güzellik bildiğim kelimelerle tarif edilir gibi değil. Sonsuza kadar orada olmak istiyor içim. Öteki kapıyı bildiğim kelimelerden sadece dehşet, hakikatli bir dehşet tanımlayabilir. Çok ama çok korkuyorum. İki kapının ortasında babam var. Üzerinde beyaz çizgili camgöbeği gömleği. Sıkıntılı anlarında yaptığı gibi iki eli arka cebinde. Alışıldığın dışında boynu bükük, başı yerde. Ona duyduğum sevgi yine de titretiyor içimi. Babam gelmiş beni yolcu etmeye. Düşünüyorum. Ablam...ondan ayrılmak dayanılır gibi değil. Özer'i düşünüyorum sonra..ona düşkünlüğüm onca ortada ve açıkken  bile 6 ayda zor açıldı bana, hayatı boyu yalnız kalır o diyorum içimden gülerek. Hayatı boyu..hayat? 

Elinin altında silah var, askerde..ya dayanamazsa ölümüme. Annemi düşünüyorum , ağlar o çok ağlar. Babam başı eğik ,sözcükler olmaksızın yere bakıp hükmü bekliyor. Belli yüreği ezik ama sözü yok. Ablam .. nasıl ayrılırım ondan? Abim..haylazlıklarımız. Ağlayamaz bile o..üzemem onları. "Baba" diyorum "döneceğim ben" Babam inanamayarak başını kaldırıyor ilkin. Ardından sonsuz bir sevinçle sarsılıyor vücudu , "evet " anlamında sallıyor başını . Derin bir nefes salıyor hemen ardından..tutmuş, nefes almamış o ana değin. Sonra tüm bunlardan hızla uzaklaşıyorum. O ferah aydınlık hızla yok oluyor. 

Oysa bir yerde güzeldi ölüm.

Uyandım. Uyuyakalmışım. Kızgın uyandım. Biri "anasını ...tiğim yol verseneeeeee" diye basbas bağırıyordu. Yanımda küfredilmesi hiç hazzetmediğim şeydir. Kim bu densiz diye baktım gözlerimi açıp. Tanımıyordum. Başım birinin omuzuna dayalı..doğrulayım dedim , tarifsiz bir acı ile haykırdım..yine karardı ortalık.

Uyandım. Sessizce etrafa bakındım. Hala aynı arabada arka koltukta iki kişinin arasında oturuyordum, başım birinin omuzuna yaslı idi. Neden orada olduğumu düşündüm. Hatırlamıyordum. Bütün hayatım, adım, kim olduğum dilimin ucuna gelip bir türlü hatırlayamadığım bir kelime gibiydi. Kimdim? Adım neydi? Kaç yaşındaydım? Neden buradaydım? Söyledim söyleyeceğim ama bir türlü hatırlayamıyordum. Gözlerim ellerime ilişti..alyansım. Evliydim. Çekinerek belime sarılmış ve omuzlarına yattığım adama baktım. Saç sakal birbirine karışmış kapkara bir adam..sinkaflı bir küfür daha savurdu yol vermeyen araca.."Aman Allah'ım ben ne yapmışım" dedim ve yeniden bayıldım.

Uyandım. Beyaz bir sedyede yatıyorum. O arabadaki adamlar bağırıp çağırıyor. Biri çıkardı nüfus kağıdını verdi görevliye.(Sonradan beni tedavi ettirecek parası olmadığından nüfus kağıdını rehin verdiğini öğrendiğim o insan ve diğerleri için sonsuz dualar ettim ömrümce.) Sedye beyaz..yanımdan minik kırmızı bir dere misali alıyor kan. Benim kanım biliyorum. Korkmuyorum. Elimi kaldırıp alyansıma bakıyorum. Bir doktor getiriyor o arabadaki adamlardan bir tanesi sürüye sürüye. Doktor "uykun var mı " diyor. Susuyorum. "Kustu mu" diyor. Adamlar evet diyorlar. Hepsi bir ağızdan bir şey anlatıyor. Kimim ben? En çok adımı merak ediyorum. "Deniz olsa adım keşke" diyorum. Denizi çok sevdiğimi biliyorum. Beyaz muşamba sedyeden ince bir iplik gibi akıyor kanım. Beni bir alete sokuyorlar tabut gibi. Tomografi gerekli diyor doktor. Bir tanesi daha nüfus kağıdını veriyor rehin alın diyor. Onu tanımıyorum. Kimseyi tanımıyorum. Kimim ben? Tomografi cihazı tabut gibi. İçine sokuyorlar beni, yorgunum, uyuyorum.

Uyandım. Tuvaletim var. İnliyorum. Adamlardan biri geliyor ,tuvalete götürüyor beni. Oradaki hanımlara rica ediyor "dik duramaz, beli kırık diyor" Kucaklayıp tuvalete götürüyorlar. Kapıyı kapatmaları için yalvarıyorum, halim yok ben kapatamıyorum. Canım çok ama çok yanıyor. Huy canın altında derler..can çıkmadıkça huy çıkmaz derler. Adımı bilmiyorum ama küfre kızmam ve utangaçlığım sabit. Sedyeye geri taşıyorlar. Bayılıyorum. Uyanamayacağım bir rüya görür gibiyim.

Uyandım. Başımda polis. Kimsin diyorlar bilmiyorum. Çantamda Fırtınalar dizisinin textleri. Bir de TRT'ye ait 3-5 antetli kağıt. Kimlik yok. Susmak istiyorum. Karanlık beni alıp götürüyor röntgen odasına giderken.

Uyandım. Kaç saattir bu haldeyim bilmiyorum. Bölük pörçük birşeyler hatırladım.T eyzemin oğlu var İstanbul'da, dayımın oğlu var. Eşim askerde. Adım mı..onu hatırlayamadım henüz. Polis geliyor tekrar. Üzerimdeki değerli olabilecek şeyleri alıyor, alyansımı vermiyorum. Gülüyor. "Çok mu aşıksın kocana" diyor. Gülümsüyorum.

Uyandım. Polise eşimin askerde ama acemi birliğinde olduğunu, Tuzla'da olduğunu söyledim. "Durumum iyi değil, belki öleceğim..onu son bir görsem olmaz mı? Getirseniz onu bana" diyorum. Polisin yüzü allak bullak. Diğer polise anlatıyor "alyansı avucunda, kocası gelip takacakmış kendi alyansını kendi takarsa olmazmış" diyor. Gidiyorlar.


 Polisler Tuzla'ya gitmişler. Durumu anlatmışlar. 

Komutanlar tartışıyormuş gecenin bir vakti yemin etmemiş er çıkartılır mı? Biri demiş ki "o da insan. Karısı ölmek üzere..son bir görme şansını almayalım elinden" Koğuşa emir gelmiş. " Özer kalk giyin"
Öteki komutan devreye girmiş. "Ya hanımı vefat eder bu firar ederse..yemin etmemiş eri gece vakti çıkartmak risk"
"Er Özer, soyun yat"
"Biz de gideriz onunla..siz sevmediniz mi hiç, evli adam,belki bir daha göremeyecek"
"Er Özer..giyin"
"bu riski alanın askerliği yanabilir arkadaşlar duygusal karar vermeyin"
"Er Özer..soyun yat"
"Polis gitmiyor onu almadan çok rica ettiler..ben de giderim , sorumluluğu alıyorum!"
"Özer..giyin koğuş dışında bekle!"

Bir komutanı (Allah her iki cihanda esirgesin onu her kimse) risk alıp onunla beraber geldi hastaneye. Özer'i görünce bahar esintileri içime dolmuş gibi hissettim. Ela gözleri ne tatlı bakıyor gözlerimin içine. Polis anlatıyor ona "alyansı avucunda, sen takmazsan olmazmış. Bişi diyeyim mi arkadaş. ben böylesine aşık kimseyi görmedim. Uğraşmazdım yoksa, bak ta Tuzla'ya geldik" Alyansı uzatıyorum ona sımsıkı tuttuğum avucumu açarak. Yüzük parmağıma takıyor sessiz ve dikkatlice. Mutluyum.

GATA'ya götürüldüm. Beynimin birazı dışarı çıkmak üzereymiş öyle dediler. Filmlerdeki gibi tepemde spot ışıkları ameliyathaneye alındım. Doktora bir karadeniz yemeği olan dible tarifi verdiğimi hatırlıyorum. Doktor bir yandan gülüyor bir yandan açılan kafatasımı kapatıyor beynimi yerinden çıkmamaya ikna ederek. Kafam fena, pek fena yarılmış. Belim ve omurlarımda kırık-çatlak varmış. Oralara platin koydular ama yürüyemiyorum. Gerçekten yatalak oldum! 

GATA'da uzun zaman yatacağa benzer halim.

Orada ne kadar yattım hiç bir fikrim yok. Eve çıktığımda yürüyemiyordum. Çeyizimle gelen dantelli çarşaf takımları , gök mavisi yorganımı sermek bugünlere nasipmiş. Olsun. Ölmedim ya. Umut hala var demektir.

Şimdi biraz geriye gitmek gerekiyor.

TRT'de çalışıyorum. Bir sabah işe gelirken otobüste karşıma bir kız oturdu. Kapkara alacalı suratının her tarafı irili ufaklı benlerle kaplıydı, sivri burnu ve ürkütücü gözlerine ayrı hava katan hepsi havada kıvırcık saçları vardı. Otobüsten inerken onu bir daha görmemeyi dileğimi çok net hatırlıyorum. Odama gittim, çay-tost ve sabahın rutin işlemleri sonrasında EĞKD (Eğitim Kültür Drama) bölümü bürosuna geçtim. Staj için gelen gençlerle doluydu ve hemen hepsi ya hocalarının tavsiyesi ile ya gelen yetkileri ikna ederek bir program bulmuşlardı. O kızı gördüm birden . Bir program bulamamıştı, kimsenin ona sıcak bakıp bir teklif götürmediği aşikardı.  O ise genç gururunu ayakta tutmak için incinmişliğine aldırmıyor tablosu çizmeye çalışıyordu. Çok genç..dedim. Kıyamadım. "Merhaba, bizim bir stajyere ihtiyacımız var eğer bir programınız yoksa bizimle olur musunuz?" başını kaldırdı, doğru duyduğundan emin olmaya çalışıyor gibiydi. Elimi uzattım..benimle geldi. O yaz birlikte çalıştık.

Tekrar kaza zamanı.
Annem yine neşeli olmaya çalışan gülümseyişi ile "bak kim geldi" dedi.
"Kim?" dedim
Bilmiyorum ki işareti yaptı çaktırmadan. İçeri stajyerim giriverdi. Şaşkınlıkla gülümsedim. Yine her zamanki gibi soğuk, sanki aslında orada değilmiş gibi bir ifadesi vardı. Bir süre sessizce oturduk. Sonra üzüntüsünü dile getirdi. "Haber verdiler geldim" dedi. Sonra benden bana bakmak için izin istedi. Ne demek istediğini anlamış değildim ama içimden onu kırmak gelmiyordu. Yorganı açtı. Elini bana hiç dokundurmadan avucunu açarak üzerimde gezdirmeye başladı. Garip bir sıcaklık hissettim önce. Sonra garip bir sızı. Sıkıntıyla yüzünü buruşturdu." Göbeğiniz düşmüş sizin" dedi. Karnımda sürekli bir ağrı olduğu doğruydu. Devinimli hareketleri ile bana hiç dokunmayarak karnımın üstünde elini dolaştırmaya devam etti. Bir süre sonra karnımın ağrısı geçmişti. Belim ve sırtımla ilgili bir kaç gün daha gelmesi gerektiğini söyledi. Sizi bizi bırakmıştım bir kenara, hayretten bayılmak üzereydim. "Naaapıyon seeennn?" dedim şaşkın hayran ürkmüş. Gülümsedi solgun. "Çağırdılar geldim" dedi. Sonra ayağa kalktı. Gitmem lazım, yine gelirim dedi ve gitti.

Ne yapacağımızı bilmez haldeydik. Stajı biteli çok olmuştu evimi ve yaşadığım sıkıntıyı nereden öğrendiği bir yana yaptığı şeyin ne kadar doğru olduğunu bilemiyorduk.Emin olduğum o sancılı ağrının karnımdan gittiği idi.Ona izin vermeye karar verdim.

Mevsim yazdı sanırım.Kuşların cıvıltısını duyuyor sokağa çıkıp yürüyemediğim için deli oluyordum. Tabanlarımda kaldırımı hissetmek için neler vermezdim.  Yürürken terlemek, rüzgarın saçlarımın arasında dolaşması özlemi beni deli ediyordu.

Stajyerim gelmeye gerçekten de devam etti.Düz asfaltta sarsılmadan araçla 3 km kadar gezebilirden başka izni olmayan ben ayağa kalktım ve hayata kaldığım yerden devam ettim.

Sonra stajyerim bana "sana borcumu ödedim,daha beni arama " dedi ve çıkıp gitti. Onu bir daha hiç görmedim.

Kimse bana elini sürmezken, sokakta görseniz kaldırım değiştireceğiniz hırpani dört adam beni kucaklayıp hastaneye götürmüş. İşittiğim küfürler beni yaşama kavuşturma telaşları imiş.Kartal Araştırma Hastanesine götürülmüşüm.Nüfus kağıtlarını rehin bırakıp beni tedavi ettirmişler.Ailem onlara her türlü teşekkürü denemiş ama onlar gülümseyerek evlatları olduğunu, onlara edeceğimiz hayır dualarını yeteceğini söylemişler.

Hafızam yerine gelince ve yürüyebildiğim ilk gün Murat Muhallebicisine koşup borcumu ödedim.Birine "inşallah..ama olmazsa hakkını helal et" demem o zamandan öğrenmişliğimdir.

Sizi sevmeyen birinin zoraki verdiği hediye bir şekilde gidiyor sizden..belki canınızı yaka yaka.

Bir daha kimseye küsmedim.Kırdıklarım unutkanlığımdan oldu, hatırladığımda af diledim.O filmi bir daha gördüğümde pas rengi bir yeri olsun istemiyorum.

Hamile olaydım yaşayacağım acı ikiye katlanacaktı.İnsanları dinlemeyip kendi bildiğimi okuduğum için kendimi daha çok sevdim.


Sırt çantam tam raylara gelmiş.O olmasaydı darbe çok daha sert olacaktı ve ben belki hiç iyileşemeyecektim. İnsan kendisi için en iyi olanı biliyor çoğu zaman.Hala sırt çantamla gezerim.

Bir adım önce düşsem trenle peron arasında kalacakmışım ve bacaklarım kopacakmış.Az sadaka çok bela savar, o gün verdiğim sadakanın hayrını hiç unutmadım.

Bir daha pazardan elimde torbalarla dönemedim, hiç dönemeyeceğim. Nazar adam öldürür Anadolu hurafesi değilmiş, yaşadım bildim.

Yarın kalkacağız ya inşallah...güneşi göreceğiz mainin içinde sıcacık. Sıkıntımızın yanında umudumuz da olacak ya fırından taze çıkmış ekmek gibi sevinci bizi sara sara.Sevdiklerimizin yanına koyacağız unuttuklarımızı belki, affetmenin büyüklüğünü yaşamak için en azından bir günümüz daha var diyeceğiz.Yarın kalkacağız ya, bitmemişliği başlatacağız işte yeniden.


Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. 
                                                                                     1947