1 Eylül 1987'dir Trabzon'dan umutlarımı, hüznümü, kararlılığımı bavuluma koyup ayrılışım ve İstanbul'a gelişim. Ne ilk gün sevdim İstanbul'u ne sonradan. Bana verdiği özgürlük, aldırılmamanın diğer adı olan ferahlık geride kalan bir çok şeye yeğ tutmama sebepti İstanbul'u...ama her zaman en sevdiğim şey mega karmaşadan ayrılmak oldu.
İnsanın yeşille mavinin karmasında doğup büyüyüp, bir selamın nadiren bir tebessümle süslenmediği sabahlarda uyandığı kentinden ayrılıp asla kendine ait olmayacak garip bir koşturmacaya kendini dahil hissetmesi ya da bundan saf mutluluk duyması galiba imkansız.
Şimdi de öyle oldu. Nehir ve Özer ile İstanbul'dan ayrılırken minik, edepsiz bir neşe kımıldanıp durdu içimde. Otobüse bindiğimizde tek düşündüğüm gidiyor olduğumuzdu. Güzeldi.
Kumla,Bursa'nın Gemlik ilçesine bağlı bir belde. Evimiz hemen deniz kıyısında. Dünyadaki pek çok insandan şanslı olduğumu düşündüren sabahlarda sahil boyu yürüyüş yapıyor ve köylülerin tarladan henüz topladığı ürünleri satın alıp eve getiriyorum. Sağ yanımda deniz ve dağlar sol yanımda sahil siteleri ama bence mütevazı. Balıkçılar kayıklarını sahile çekerek henüz tuttukları balıkları satıyorlar. Bazen bisikletle geçiyorum bu yolu ama her sabah mutlaka huzur ile yalıya kadar gidiyorum ve eve dönüyorum yaklaşık 2 km+2 km. Sonra eve gelip çay koyuyorum. Köylülerin yapıp sattıkları nefis köy ekmeğinin saati gelmiş oluyor. Onu da alınca bebeklerimi uyandırıp evin önünden denize giriyorum.Saat henüz 07:30 civarı olmuş oluyor, berrak denizin dibinde şeytanminareleri ve deniz yıldızları ayaklarımızın yanında izlediklerimiz neşeyle. Bu saatlerde göbüşüme, işsizliğime, kaybettiklerime kapatıyorum gönlümü.Gerçekten ama gerçekten düşünmüyorum.Mavide bir nokta olmanın, büyük mavinin tek damlası olup bütünle kaynaşmanın vazgeçilmez huzurunun İstanbul'da örselenmiş,renkleri solmuş hücrelerime nüksetmesini, kirlenmiş düşüncelerimin kalbimden ve beynimden akıp gitmesini izliyorum. Cocuklarımla oynuyor,simitçinin geçmesini kolluyor ve bu eşsiz ziyafeti yandaki çay bahçesinden getirttiğim oraletle taçlandırıyorum. Saat 10'a doğru eve geçip duş alıyoruz. Bıçak değdiği an kokusu ortalığa yayılan etli domatesler, çiçeği burnunda salatalıklar, yeni sağılmış süt soframızda yerini alıyor. Buradaki evimiz İStanbul'dakinin aksine giriş katı. Site sakinleri gelip geçerken birbirine selam veriyor rahatsız etmeyecek kısa bir süre için. Balkonda yaşıyoruz denizi zeytin ağaçlarını izleyerek. Çocuklarım bisikletlerine atlayıp arkadaşlarının yanına gidiyorlar. Bilgisayar-tablet-cep telefonu öksüz kalıyor. İçimde yine hınzır ve huzurlu bir sevinç.
Buradaki evimizi İstanbul' dakinden çok seviyorum. Kutu gibi minnacık bir ev. Eşyası az, duvarları boncuk mavi, örtüleri nazar boncuklu. Ne eksiği var ne fazlası.O bize kavuşmaktan memnun, biz onu özlemiş neşeli. Eşim beni dinlemedi bulaşık makinası aldı bir iki sene önce. Oysa bulaşığı kim yıkayacak kavgası, biri yıkar biri durularken yapılan sohbetlerin tadı hayatımızdan yitip gitti bu sebeple. Teknoloji bir lüksü sunarak bir sıcaklığı daha aldı götürdü işte.
Dolapları açınca bir senedir görmediğimiz için unuttuğumuz giysiler, minik bibloların taze tuttuğu anılar,gece yürüyüşlerinde yol boyu satılan seyyar şeylerin minik renkli ve heyecan verici dünyası..geceyarısını geçtiğinde aşıklar tepesindeki ışıklara bakıyorum. Dünyadan ve aşktan henüz vazgeçmemiş oluşlarını seviyorum ve bu bana umut veriyor.
Kışın bu saatte ne yapıyorduk geyiklerinin taze kabak çekirdeği çitlenirken konuşulduğu kumsal saatlerinin gönlümü tazeleyişini de seviyorum.
Burada olmayı seviyorum.
Emekli olunca gelip burada yaşarsın diyenler olunca gülümsüyorum. Özüm , sözüm, toprağım, aslım, tamamlanışımdır Trabzon. Ahir zamanımda ya orada yaşarım, ya hep yarım kalırım.
Tatil güncelerime devam edeceğim zamanla.Ancak vın aldım,ancak kavuştum bloğuma :-)