Tanrı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tanrı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ekim 2024 Pazar

Hipokrat-Yenidoğan Çetesi



Hikaye bu ya, M.Ö. 400 yılında, Halikarnas'ın karşı kıyısında, Kos Adası’nın tepesine kurulmuş bir köy vardı. Çevre adalarda “mutluluk ve bereket şehri” olarak bilinen bu yer, son yıllarda tüm neşesini kaybetmişti. Tarlalarındaki ekinler kuraklıktan kavrulmuştu. Kıyılarına balıklar uğramaz olmuştu. Halk, balıkçı kasabasından ve diğer adalardan gelen yiyeceklerle zar zor karnını doyuruyordu. Köyü sarsan asıl tehlike kuraklık ya da açlık değildi. Köyün içinde herkesin sessizce fısıldadığı, ancak kimsenin cesaret edip adını anmadığı bir sır vardı. Son zamanlarda doğan her bebek hastalıkla boğuşuyor ve bir süre sonra yaşamını yitiriyordu.


 Bu köyde yaşayan Hipokrat adında ünlü bir şifacı vardı. Onun ünü, sadece hastaları iyileştirmesiyle değil, aynı zamanda doğanın kanunlarını anlaması ve insanlara hayatın anlamını öğretmesiyle de yayılmıştı. Bir gün, yaşlı bir kadın, herkesin gözlerinden kaçırdığı torunuyla birlikte gizlice Hipokrat’ın yanına geldi. Kadın, kucağındaki bebeği gösterdiğinde, Hipokrat gözlerinde bir gölge hissetti. Bebek, hiç kıpırdamıyordu. Derisi bembeyazdı ve ince bir ip gibi damarlar alnında belirginleşmişti. Hipokrat, bu bebeğin ölümün kıyısında olduğunu hemen anlamıştı. Kadın, “Tanrıların laneti bu, hepimizin başına gelecek,” diye fısıldadı. “Köyde hiçbir bebek uzun yaşamıyor!” Hipokrat, kadını teselli etmeye çalıştı. Kadın olduğu yere çöküp, ağlayarak her şeyi anlattı: Doğumda ebe olarak gelen şifacı kadın Rhea’nın, bebeğin ağzına bir iksir damlattığından bahsetti. 

Hastalanan bebek, günlerdir şifacı kadının evinde, diğer hasta bebeklerle iyileşmeyi bekliyordu. Kadın, torununun haline artık dayanamamış ve onu gizlice kaçırıp Hipokrat’a getirmişti. Hipokrat, çocuğun neden ölmek üzere olduğunu anlamaya çalıştı. Ancak burada bir hastalık değil, daha karanlık bir şeyler vardı. Köyün ortasında, sessiz ve ürkütücü bir hasta evi, yaşlı bir şifacının kontrolünde yıllardır çevre adalardaki hastaları kendine çekiyordu. Hipokrat, bu gizemli hasta evinin köydeki bebek ölümleriyle bağlantılı olduğunu düşünüyordu. Ertesi gece, Hipokrat köydeki bu eve gizlice girdi. Loş odalarda, inleyerek uyuyan hastalar ve odalarda bir köşede bakımsız bırakılmış bebekler gördü. Bu insanları buradan kurtarmalıyım, diye düşündü. Duvarlarda kanla çizilmiş gizemli işaretler, çömlekler içinde hazırlanmış zehirli iksirler buldu. Hipokrat, olanları dehşet içinde izlerken, bu durumun tıp ve ahlak adına korkunç bir sapkınlık olduğunu anladı. O gece, o evde karşılaştığı bu çarpık ritüel, Hipokrat’ın hayal bile edemeyeceği bir zalimliğin yansımasıydı. Bebekler tanrılara adak olarak sunuluyor, köy halkı ise bu ritüelin farkında olmadan bir parçası oluyordu. 

Tırnağına zarar gelmesinden korktukları, gözlerinden sakındıkları bebekleri için şifacıya boyun eğip, ona gümüş para ödüyorlardı. Hipokrat, sabaha kadar bütün köyü dolaşarak, her kapıyı çalıp olayı bir bir anlattı. Sabah, öfkeli bir grupla şifacının evine gelip kapıyı çaldı. Kapı açıldı. Şifacı Rhea'ya yaklaştı ve ona dönerek, “Sen insan bedeninin kutsallığını çiğniyorsun,” dedi.“Bu bebekler tanrılar için değil, senin acımasızlığın ve açgözlülüğün için ölüyor.” Şifacı bir an için duraksadı, neye uğradığını şaşırmıştı.Ancak yüzünde hiçbir pişmanlık belirtisi yoktu.Hipokrat, bu zalimliğin sona ermesi gerektiğine inanıyordu, “anlat her şeyi!” diye haykırdı. Şifacı Rhea,bebeklere farklı ilaçlar veriyor, onların ölüme yaklaştıkça daha fazla acı çektiğini gözlemliyordu.İşte bu acı, tanrıları daha da memnun edecekti.Rhea’nın makamını yükselteceklerdi.Şifacı, tanrılardan işaretler aldığını ve bu bebeklerin kurban edilmesi gerektiğini söyledi.Ona göre, köyde refah ve bereketin devam etmesi için tanrılara sürekli yeni doğmuş bebekler sunulmalıydı. Gözü yaşlı babalar ve anneler Rhea’nın üzerine atılarak onu tekmelemeye başladı. Kadınlar çığlıklar atarak onun saçlarını yoldu. Yıllardır insanlara verdiği acının cezasının karşılığını aldı. Hipokrat evin içinde hasta bir bebeğin olduğunu gördü. Gidip onu kucağına aldı ve köy halkına dönerek, “Bu bebeği yaşatacağız.Onu tanrılar değil, bizler iyileştireceğiz. Sağlık ve bereketin ilk şartı, doğaya ve insan yaşamına duyulan saygı ve sevgidir!” dedi. 

 O an, köyde büyük bir değişimin başlangıcı oldu. Hipokrat, bebeklerin ve insanların yaşam hakkını savunarak ve bu alanda çalışmalarını ilerleterek modern tıbbın temellerini atmış oldu. Bu karanlık ritüeller ve batıl inançlar yavaş yavaş yok oldu. Hipokrat’ın yaşadığı antik Yunan döneminde tıp ve ahlak üzerine düşünceler henüz bugünkü kadar net ve kurallarla sınırlı değildi. Ancak Hipokrat, o dönemde insan yaşamına değer veren ve bu konuda daha etik bir yaklaşımı savunan bir figürdü. Antik dönemde bile, insan yaşamı her zaman büyük bir önem taşımıştı. 

Ve insanlık asla bu kadar alçalmamıştı!

22 Ekim 2020 Perşembe

Séraphîta - Balzac



Evim Üsküdar işim Merter'de idi.

Uzun yollar benim dedim, krizi fırsata çevirdim ve düzinelerce kitabı yollarda bitirdim. Zamanla herkese dağıttığım kitaplar yüzünden servis şoförü "kütüphaneye çevirdim servisi, eskiden iki çift laf ederdik şimdi cenaze arabası gibi sessiz gidip dönüyoruz" diye çatmıştı bana.



Kulakları çınlasın Halil Abi denen huysuz lazın.


Pandemi döneminde de evde kaldığım günler balkonumun eşsiz özgürlüğü-kitap ve film cenneti ile şenlendi. Bir gününden dahi şikayet ettiğimi hatırlamıyorum.


Elbette o günlerde elimden bazı kitapları ve bazı filmleri tekrar geçirdim büyük bir keyifle.



Séraphîta  yani Balzac yine en sevdiğin yemeğin suyuna taze ekmek banar gibi her anını keyifle yaşadığım bir sunumdu benim için. Ve beni doyuran. Ve sonra daha fazlası için çeperleri genişlemiş beynimi acıktıran.

Séraphita benim ustalık eserim olacaktır. Bir Goriot Baba her gün yazılabilir ama Séraphita gibi bir yapıt bir ömürde ancak bir kez ortaya çıkar” demiş Balzac.


Nihayet bunu da okudum bitti. Nihayet diyorum çünkü  sayfaları  ardıardına çevirip okuyabileceğiniz bir roman değil Séraphita . 


Balzac romanlarında alışkın olduğum o  heyecanlı, sizi alıp götüren hızlı  ve zengin akışlı olaylar örgüsü yerini derin araştırmalar,felsefik hatta teolojik  anlatımlarla bezeli. Olayın Norveç'te geçiyor olması (kitabı Balzac'ın yazdığı düşünülürse) hepten ilginç benim için. Tanrı-ses-matematik-astroloji-fizik-bilim-mana-ilahi sevgi ....anlatmış irdelemiş. O dönem için bir hayli hatta fevkaladeninfevkinde iyi bence.


"İnsanlık Komedyası'nın bugüne dek Türkçede eksik kalmış mistik temel taşlarından biri olan bu romanda, bazen Séraphita isimli zarif bir genç kıza, bazense Séraphitus adlı genç bir erkeğe dönüşen meleksi ve göksel kahraman; ruh, Tanrı, inanç, kadın ve erkek ilişkileri hakkındaki fikirleriyle iki yüz yıla yakın bir süredir insanlığı büyülüyor"  denilmiş kitabın tanımında. Bu, sanırım benim uzun uzun anlatacağım bir çok şeyi kısa ve daha net açıklıyor.

Kitaptan , unutmak istemeyip alıntıladığım cümleler şunlar :



Vatan, tıpkı annesinin yüzü gibi bir çocuğu asla korkutmaz.

İnsanın kendisi de tamamlanmış bir  yaratı değildir, zaten öyle olsaydı Tanrı olmazdı.

Bilim maddi alemin,sevgi manevi alemin dilidir. Bu  yüzdendir ki insan açıklamaktan çok tasvir ederken meleksi ruh görür ve anlar. Bilim insanı kedere boğar, sevgiyse meleği coşturur. Bilim arayıştadır,sevgiyse bulmuştur. İnsan doğayı onunla kendi ilişkisi içinde yargılar, meleksi ruh ise gökle ilişkisi içinde

Tanrı erkeğin hayatından güzellik ve zarafeti alıp kadına nakletmiştir. Erkek , hayatının bu güzelliğiyle, bu zarafetiyle tekrar birleşmediği zaman sert huylu, kederli ve insan sevmez olur; birleştiğinde ise mutlu ve sevinçlidir, tamamlanmıştır.


Bu dünyada her şey konuşur , here şey dinler. Söz, dünyaları yerinden oynatır.


Zayıfların erdemi olan vicdan azabı ona erişmiyordu. Vicdan azabı bir güçsüzlüktür. Onu çekenin günahlarını tekrarlamayacağı kesin değildir. Ancak nedamet kuvvetlidir, her şeye son verebilir.


Size doğru alçalmak Tanrı’ya uygun düzer mi? Tersine sizin ona yükselmeniz gerekmez mi?


Kartallar leşlerin olduğu yere, kumrular serin pınarların olduğu yere, yeşil ve sakin gölgeliklere doğru uçarlar. Kartal yerden göğe yükselir, kumru gökten yere iner.


Ulema  için fikir bir olaydır, en büyük olaylar belki fikir bile sayılmaz.

Onu sonsuzluktan ayıran ve son seddi çökertmekte olan mananın ilerleyişine “hastalık” , hayata kavuşma saadetine “ölüm” deniyordu.

 Vicdan azabı bir güçsüzlüktür. Onu çekenin günahlarını tekrarlamayacağı kesin değildir. Ancak nedamet kuvvetlidir, her şeye son verebilir. üzerinde düşündüm epey Vicdan azabının zayıf ve güvenilmez olduğunu fark etmtmişim bunca sene. İnsanı bir kez durduran vicdan azabı, "ama ne yapayım "herkes yaptı" vb gerekçelerle susturabiliniyor bir dahaki sefere. Buna şahit olduğumuz pek sık aslında. Oysa ki nedamet (pişmanlık) hata ya da günah her neyse tekrarlanmasını gerçekten engelliyor.



Bir Balzac daha istiyorum her seferinde. Rus klasiklerinden sonra en çok Balzac'ı seviyorum diyorum, sonra İngiliz klasiklerine haksızlık etmenin azabı midemi ağrıtıyor.


Düşünen ve gören güzel insanlar: zenginliğinizi kelimelere dökerek yüzyıllar sonrasında bile bizim dünyamıza dokunduğunuz için hepinize müteşekkirim. Dininiz ya da milletiniz ne;umurumda değil: Tanrı'nın cennetinde var olasınız....


13 Mayıs 2018 Pazar

Anneler Günü


 Kendi seçimim değildi anne olmak

Belki beklesem doğru zamanı, hiç cesaret edemeyecektim.

Renkler mai'ye çalar kalacaktı...


Bir nevi Mc Gayver benim Selin'im

Bilmeden ne mucizeler var hayatta elimizin tersi ile ittiğimiz


Şükürler olsun Tanrım her duamı kabul etmediğin için 

Anneler gününüz kutlu olsun...


22 Mart 2018 Perşembe

Tesadüf Yokmuş Hayatta


Mart işlerin en yoğun olduğu zamanlardan biri .
Tuttum aylar öncesinde uçak bileti aldım Trabzon'a gideceğim diye.
Normalde Cuma gidilir di mi?
Yok ben Perşembe akşamına bilet aldım.

Hayatta tesadüf yok  hanımlar beyler!
Hayatta plan yapan insanlar ve gülen kader var.
Hayatta, seçimlerimizin önceliklerimizin ve dualarımızın/dileklerimizin belirlediği akışlar var.


Ablam iki oğlunu tuttu Paris'e yolladı bir kaç günlüğüne. Dönüş, tesadüf bu ya benim Trabzon'a gideceğim tarihe denk geldi. Ablamın büyük oğlu Mert (uy o canımın ta içisi tatlı oğlum) ile aynı uçağa denk getirdik dönüşü, teyze - yeğen kakara kikiri  bir seyahat yapacağız.  Heyecandan ve keyiften ölüyorum. "Kaçacak yerin de yok sana pis pis +18'lik fıkralar anlatacam yol boyu" diyerek onu korkutuyorum filan.


Ben şu yoğunluğun içerisinde üstelik çocuklarımı almadan Trabzon'a gitmeye nasıl karar verdim diyerek Mert ile uçağa bindim. Tam pilot "cep telefonlarınızı kapatın " uyarısı yaptı...elime telefonu aldım bir mesaj geldi. "Babamı kaybettik.."

Amcam vefat etmiş...

Mert ile birbirimize şaşkın bakakaldık. O zamansız biletin sebebi buymuş demek.  Hüznümüz cebimizde,  ne yapacağımızı bilmez vaziyette yolculuğu tamamladık.

Trabzon havalimanına indiğimde her ne olursaolsun engellenemez bir sevinç ve coşku göğüs kafesimden içeri doldu. Çocukluğum, anılarım, özlemi beni yakıp kavuran deniz kokulu kentimin dağlarının serin rüzgarı ile kalakaldım alanın ortasında. Yaşamak, tüm güzelliği ile hücrelerime nüksetti. "Hoşbuldum" dedim yanağımı okşayan rüzgara . Her şey bildik-tanıdıktı. Aidiyet huzur verdi.

Amcam güzel insanmış. Yağmurlarla yolculadık onu. Yer gök yıkıldı yağmurun arındırıcılığından. Seveni çokmuş,onu gördük. Bir kötü laf duymadık ardından söylenenlerde, gurur duyduk. Gittiği yerde huzur ile var olsun.


Tesadüf yokmuş bu hayatta. Aylar öncesinden aldığım bilet, gönlümün direği babacığımın  acısına destek-yarasına merhem olayım diye mi Tanrı tarafından geldi yoksa rahmetli amcam aileyi son gününde yanında olsun diledi de mi ben o bileti aldım bilmeden sorgulamak lazım.


Tesadüf yokmuş hayatta. Tam kararlarımı verdim, "ben oldum artık oldum" derken Karadeniz'in, varoluşumun başlangıcının renklerinde ve kokusunda aslımı hatırlamak varmış nasipte.

İstanbul yağmur yağmur şimdi.  Seziyorum bir dönemin bitip bir dönemin başladığını , kötünün daha karanlık iyinin ise daha yaygın ve kanıtlanmış olduğu bir döneme girdiğimizi.

Tesadüf yok hayatta...güzel şeyler çıksın yolumuza.