29 Mart 2016 Salı

Yangın Vaaaaarrr!!!

Yangın var  sabahın köründe ürkütücü bir nida olsa da sevecen bir anıya dönüşmesi muhtemel. bugün anlatacaklarım tam da buna uygun bir yaşanmışı içeriyor.

Selin,Mersin'de okul grubuyla


Selin,Mersin'de Avrupa Gençlik Parlemantosunun Tarsus'ta düzenlediği 2016 Eğitim Forumu'nda idi 4 gündür. Gece geç geldi, uçağı rötar yapmış. Geç yattık, uyku artık iki çocuğum da kanadımın altında olduğundan huzurlu ve tatlıydı.

Sonrası  komik.

Önce telaşlı koşturmalar ve patırtılar duydum. Birileri bizim zile bastı. tek gözümü açıp "ya deprem oldu ya yangın var " diye düşündüm. Diğer doğal afetleri hatırlamaya çalıştım çünkü olasılıkları sağlıklı değerlendirip biraz daha uyuma şansım var mı onu  anlamaya çalışıyordum. Sel..olmaz, 4. kattayız.Uyurum yani. Hortum..cıks.Başka? Derken ayıldım ve yataktan fırladım. Eşim kapı değiliğinden bakıp sabahın esselatında kapıyı kimin çaldığını  anlamaya çalışıyor(uyku sersemi ve panik anı insanlar inanılmaz komik olabiliyor yemin ediyorum). Alt komşumun panik içindeki sesi herkesleri sokaa  döktü pijamasıyla. Ben çocuklar tuvalete gidin dedim, paltomu giydim, cep telefonumu ve el çantamı alıp çıktım. Merdivenler yoğun ve ağır bir duman ile kaplıydı.Nefes alınacak hal yoktu ve elektrikler kesilmişti. Cep telefonunun fener özelliğini açıp aşağı indim.Tüm komşular çoluk çocuk pijama ile sokaktaydık. 

Apartman girişindeki elektrik panosu tutuşmuş. Sokak dar, itfaiye giremiyor.

Sabah namazına kalktığı için yangını fark edip büyümeden müdahaleyi sağlayan kahraman komşumun 12 yaşındaki oğlu itfaiyeyi aramış hemen.Eğitimin önemini düşündüm dalgın dalgın Gökdeniz'i süzerken. Dikkatle itfaiye görevlisini izliyordu. Memleket, eğitimle kurtulacak, önemli anlarda google açıp bakılamayacak. Şu Allah'ın cezaları bi gitse de işimize, yolumuza baksak dedim sıkıntıyla. Eğitimli, aydın beyinlerin önemini düşündüm hala gözlerim Gökdeniz'de. Çölü anlamak için kum tanesini anlamak yeterli değil mi? Bize Atatürk ilke ve inkılapları ile aydınlanmış çocuklar lazım.



Neyse, sonra komşulara baktım. Alt kata birileri taşınmıştı 1-2 ay önce. Onların yanına gittim tanıştık filan. Nehir'e "ilk defa beş dakka daha anne" demeden kalktın, bundan sonra seni hep böyle uyandıracağım " dedim , o da panikle "sakın ha" diye feryat etti. Sonra birden olaya yeni vakıf olmuş gibi "yangın çıktı okul yok bugün ha?" dedi umutla. ben bastım kahkahayı tabii. Ben kahkaha atınca Selin "beni buraya kim hangi ara indirdi" diye sordu  uykulu uykulu. E doğallığı ile Nehir  ve ben bu sefer de ona gülmeye başladık. Nehir'in iki omuzu bir araya geldi sabah serini üşüdü. Aldım onları sokağın başındaki börekçiye götürdüm. Sabah sabah beklenmedik ziyafetle coştuk biz ama börekçi pijamaları ile gelen  bu erken ziyaretçilere biraz hayretle bakmadı diyemem.

vallahi bizim sokak başındaki börekçinin fotosunu buldum :-)

Aile olmak güzel şey. Çocuklarım birer anı kazandı yıllar sonra "yavv sahiden unutmuşum, bi gün var ya..." diye anlatacakları. Annelerinin kahkahalarla güldüğü, babalarının  darmadağınık saçları ile sokak ortasında onlara şefkatle gülümsediği bir yangın sabahı. Komşularını hatırlayacaklar çığlık kıyamet  kapı çalışındaki sevgi , benimseme ve sorumluluğu. Börekçiyi hatırlayacaklar pijamalara bakmamaya çalışarak çay verişini. Sonra, diğer her şey gibi bunların da çabucak ardımızda kalışını...

Yaşamak güzel şey, önden haber vermiyor hayat yaşanacakları. eviniz huzurunuz yuvanız güveniniz birden gidebiliyor elinizden. Sabah balkona çıkıp çiçeklerimi sulayayım gibi sıradan bir cümle bile aslında ne çok şeye sahip olduğunuzun özeti olan bir anlatıma sahip. kaybetmeden kıymet bilmeyi hatırlıyor insan. Eve dönüp akşam yine yorganıma sarılıp yumuşacık uyuyabileceğimi bilmek beni mutlu kılıyor. Sevdiklerimin zarar görmemiş olması, mutluluğumun ve şükrümün başkalarının da mutluluğu ile paralel gidebilmesi beni  daha mutlu ediyor.

Şükrü bilmek güzel şey. Sabahın köründe çığlık kıyamet sokağa döküldük ama erken müdahale bir sürü yaşamı kurtardı. Mevsim kara kış değil bahardı.Tanıdığımız bildiğimiz insanlarla, şehrin merkezinde her şeye yakınken sokaktaydık. Döndük evimize girdik.Yangın çıktı ama havaya uçmadık. 

Sadakaya inanırım ben. Az sadaka çok bela savar, şaşmaz inançlarımdandır. Şu "askıda ekmek" olayı var ya. Kolay kolay es geçmem. sabah onu düşündüm. O ekmeklerden en az bir tanesi "Allah razı olsun" diyene gitmiş olmalı.

Sevgiye inanırım ben.
Sizlerle olmak güzel...Bu satırları okuyan güzel insan: mutlu baharların olsun...sevgiyle yaşanan.
Çakılsız , uzun yolların olsun sonu aydınlığa ulaşan..



22 Mart 2016 Salı

Anahtar



Ben başkası olsam bana ne tavsiyede bulunurdum.

İçimdeki onlarca ben'in sızılarını sevinçlerini özlemlerini beklentilerini bilirken  ne kadar tarafsız olabilirdim acaba.

Başkalarına hayatlarını değiştiren tavsiyelerde bulunmuşum.
İsimlerini vermem olası değil.
Burada isim yok biliyorsunuz.

Üniversitede biri vardı, ay nasıl tipsiz, ay nasıl itici, ay nasıl odun.
Sanırım O'na kızıp ,sırf o gıcık olsun diye B ile arkadaş oldum. Hayır başka türlü mümkün değil yani benim mizacımda ,benim aiemde yetişmiş birinin B'ye selam vermesi dahi olası değil. Bir süre beraber takıldık. Hani çıkmak filan değil ama okul sonrası birlikte bir yerlere filan gidiyorduk, sohbet ediyorduk. Ne var bunda demeyin;halini tavrını hele kara suratında parıl parıl parlayan beyaz kazma dişlerini gösterip böğüre böğüre gülüşünü bir görseniz nasıl bir olağanüstülük var bu işte anlarsınız. O, sinir oldu. Bunu hakkıyla başardım en azından. B, iyi kötü değişti benimle dostluğu esnasında. Bana öğle yemeği ısmarlamalara patlayan rüşvetlerle yurttaki kızların bizimle arada bir takılmasını sağladım. Benden başka kızlarla konuşabiliyor olmak, böğürgen gülüşünde zıplamalarını fark edebilse daha da düzeltirdi onu ya..olmadı işte. Artık ütülü pantolon giyiyor, gömleklerinin yakasının  beyaz olmasına dikkat ediyordu.  Okul bitimine yakın yıldı zaten. Okul bitince n'apacam ben diye sordu bana üzgün. Memleketinde hayat yoktu, o ise hırslı ve zekiydi. Memleketine dön yüksek lisans yap, burada sen gibi çok ama orada yok. Etiketini alınca döner kaldığın yerden devam edersin dedim. Bi doktora iyi gider sana... Uzun uzun baktı yüzüme. Bu  aklına yatmıştı , üzerinde düşünüyordu belli. Sonraları "banyoda sırtına bi kese atayım mı" moduna girince  hassss..... binallah deyip defettim onu cıvarımdan. Kırmızı  çizgilerim var, geçmeye teşebbüs eden dahi olursa ömür billah siler atarım. Onu da sildim netekim.Geri dönüşü olmayan defedişler benim için bunlar.Neyse, seneler sonra üzerine kustuğum nefret bir partinin o-hoooo yöneticilerinden biri olarak karşıma çıktı  Dr B.Nasıl muhafazakar, nasıl adam. Böğürmüyor artık gördüğüm kadarıyla gülümsüyor.Pantolon bi yana dursun gömlekleri bile ütülü.Ne üst makamlar ona bağlı şaşar kalırsınız. Bakımlı,makam sahibi dost elini uzattı reddedilmezliğinden emin. Bir koca hasssssss.....binallah daha aldı benden sadece. 


Üniversiteden sonraki işlerimden biri bir büyük Yahudi firmasındaydı. İsim vermeyelim ,bizim okuldan M geldi kapıyı açtı ürkek. Güzellik yarışması vardı, ona kaydolmak istiyordu. Benden alt sınıfta da olsa onu tanıyordum. Dikkat çekici fiziksel özellikleri vardı ki sadece birini bile söylesem kim olduğunu anlarsınız . Neyse , güzellik yarışması  kayıtlarını boşvermesini , şu şu özelliklerini ve diplomasını değerlendirmesi gerektiğine inandığımı söyleyip onu  başka bir yere yönlendirdim.Ardından telefon açtım mı hatırlamıyorum, hani normal davranışım o şekildedir ama bu olayda net hatırlamadığım için bişi demiyorum. O zaten yeterince becerikliydi. Şimdi herkesin tanıdığı bir TV yıldızı,saygın bir kişi ve muazzam bir evliliği var. 


Ben başkası olsam bana ne tavsiyede bulunurdum.
İçimdeki onlarca ben'in sızılarını sevinçlerini özlemlerini beklentilerini bilirken  ne kadar tarafsız olabilirdim acaba.
Bendeki kilitlere her anahtar uymuyor..öyle zor ki bana tavsiye.
İçimdeki her zerre git,kaç,maide bir nokta ol diye haykırırken

Babamı ve annemi bu kadar özlemişken
Yetişkinmişken

Ah..bahar


11 Mart 2016 Cuma

Nadan



İstanbul üç gündür sis içindeydi. Topkapı Sarayı'nı, açık kül rengi kalın bir bulut sarmış, sanki bütün dünyadan ayırmıştı. İhtiyar padişah, artık mermer havuzlu küçük bahçenin lale tarhlarını bile göremiyor, gamsız zamanlarında yaptığı gibi murassâ çerçeveli camlara hohlayıp parmağı ile "Çifte vav" yazamıyordu. Yeniçeriler kazan devirmişler, sipâhî zorbaları zâbitlerini parçalamışlar, payitahtı yağmaya hazırlanmışlardı. Serhatteki ordunun hali de perişandı. Ecelin gadriyle tecrübeli vezirler kalmamış, fedakar beyler er meydanlarında can vermişlerdi. Bu korkunç buhranın önünü alacak bir adam yoktu. Son ümit "Köse Vezir" deydi. Vaziyetin fenalığını herkesten ziyâde kavrayan akıllı padişah, işte şimdi onu çağırtmıştı. Mühürünü ona verecekti.
Tahtın karşısındaki sırmalı, büyük perde kımıldadı. Kocaman kavuklu, mini mini, nahif bir ihtiyar, belirsiz, bir gölge gibi içeri girdi. Gözleri yerde, elpençe yürüdü. Tahtın basamağına diz çöktü. Takbîl resminden sonra, padişah, asabi eliyle soldaki erguvanî bir kumaştan yapılmış şilteyi gösterdi.
— Otur.
Dedi. Sonra, tahtın, sağ kolunu dayadığı altın koltuğuna bakarak ahvalin fenalığını, devletin geçirdiği muhâtarayı, askerin fesadını, ordudaki perişanlığı anlattı. Yavaş yavaş söylüyor, her kelimede başını sallıyordu. Bu zamanı ıslah etmek için demir bir el lazımdı. Gayet doğru, irtikâp etmez, Allah'tan korkar, akıllı, dünyayı bilir, her şeyden ziyâde devletini sever bir adam işleri düzeltebilirdi. Padişah:
— İşte bu adam sensin! Seni kendime vekil edeceğim.
Deyince, boynunu büküp efendisini dinleyen küçük ihtiyar doğruldu.
— Beni affedin padişahım, dedi, ben artık devlet işine karışmamaya ahdettim. Sayenizde geri kalan birkaç günlük ömrümü ibadetle, duâ ile geçireceğim.
— Fakat...
... Padişah, mesuliyetsiz rahatın hayvanlarla ölülere yakışacağını, kulların, padişah davetine icabet etmemelerinin bir küfür olduğunu, âyetlerden, hadislerden bürhanlar getirerek tekrarladı. Haklı bir gazabın mehâbetini duyuran sert bir bakışla, kırlaşmış uzun kirpikli, iri, şahane gözlerini, boynu bükük ihtiyara dikti. Bu bakışta sanki Azrail'in kanatlarından aksetmiş ölüm kıvılcımları tutuşuyordu. Köse Vezir, ateş içinde yanmayan bir semender gibi sakindi:
— Boynum kıldan incedir! Padişahım, dedi, çoluk çocuğumla veda ettim. Hakkın huzuruna gitmek için iradenizi bekliyorum. Ben mihr-i şerifinizi almam!
— . . . . . . . .
Padişahın soluk çehresi karardı. Elleri titredi. Tahtın gerisine çekildi. Yüzünü buruşturarak:
— Kaldırın şunu!
Diye bağırdı.
Sırma perdenin arkasından birer hayal sessizliğiyle koşan hademeler, yere basmıyor sanılacak derecede hafif adımlarla çabucak vezirin başına üşüştüler. Göz açıp kapamadan dışarı çıkardılar.
Bu çıkış, mermer revâkında gece gündüz, keskin tığlı, karayağız cellatların bağdaş kurup bekledikleri balıkhâneye doğruydu.
Separator.jpg
Hiddeti geçer gibi olan padişah, devletinin, tahtının üstünde bocaladığı fesat tufanını tekrar hatırladı. Düşündü. Köse Vezir de ölürse, sözün, bir gün olup büsbütün ayağa düşmesi ihtimali vardı. Fakat işte, bu küçücük adam, ölümü gözüne almıştı. Kafası kesilince hakkın huzuruna gidecek, dünya gailesinden kurtulacaktı. Ne vakit olsa, yüzlerce yıl yaşasa, yine ölümden kurtuluş olmadığını bilen, bu hakikati unutmayan ariflerdendi. Bir gün sonranın, beş gün evvelin onca hiç ehemmiyeti yoktu. Padişah huzurunda dîvân duran ağasına:
— Sarık odasına hapsetsinler. Yanına kitap, kalem, kağıt vermesinler.
Dedi. Ağa çıktı. Padişah mutlaka onu iş başına getirmeye azmetmişti. Bu cesareti, muhakkak ölüm karşısındaki bu pervasızlığı, şahsiyetini, ahdını muhafaza etmekteki bu inadı ne kıymetli bir hasletti!
Ancak böyle bir adam, müşkül zamanlarda büyük işler yapabilirdi. Padişah bunu biliyordu. Gözünün önüne zamanenin paşaları, çelebileri geldi. Hepsi iki kat bir rükû vaziyetinde,ölüm korkusuyla benizleri sararmış, yalnız hile, yalnız fesat, yalnız fitne düşünüyorlar; şeytanların bile aldanacağı yalanlar, iftiralar uydurarak birbirlerinin kanlarını içiyorlardı. Fakat Köse Vezir öyle değildi. Ârifti. Alimdi. "Dünya ve mâfihâ"nın ne olduğunu sezmişti. Daima "zeval" uçurumuna giden "ikbal" yolunda hakikati unutmaz, mağrurlanmaz, para, servet, ihtişam, saltanat gibi şeylere de tenezzül bile etmezdi. Orta halli bir molla gibi yaşar, sandık sandık filoriler toplayıp fani dünya evini baki sanan, haris gafillerin budalalıklarına şaşardı. Padişah, böyle haktan başka hiçbir kuvvete baş eğmeyen bir adama mühürünü nasıl kabul ettirecekti? İşte, ölümün onca hiç ehemmiyeti yoktu. Yine kalın kaşlarını çattı:
— Ölümden daha beter bir ceza...
Diye söylendi. En korkunç işkenceler, dehşetleri nispetinde ölüme daha yakındı.
Padişah saatlerce tahtında düşündü, taşındı. Saatlerce yalnız kaldı. Kılıçla değil, asıl aklın kuvvetiyle galebe çalındığını bildirdi. Fakat aklına, ölümden korkmayan bir adama baş eğdirecek bir vasıta gelmiyordu. Düşünürken tahayyül etmeye başladı. Daldı gitti. Derin uykularda görülen rabıtasız rüyalar gibi şehzadeliği, lalası gözünün önüne geldi. Otuz yıl evvel ölen lalası, hatırında kalan o ak sakallı adama hiç benzemiyordu. Saray kendi sarayı değildi. Ders aldığı rahle, beyaz gül ağacından mıydı? Lalası olduğunu bildiği halde sesini, simasını tanıyamadığı bu müphem hayal, latifsiz bir lisanla: "Nâdanla sohbet etmek, âkile cehennem ateşinden beterdir!..." diyordu. Bu söz bir şiirdi!... Padişah veznini ararken, daldığı derin tahayyülünden uyandı. Başında bir ağırlık vardı. Hareme gidip yatmak için kalktı. Evet, mademki nâdanla sohbet etmek cehennem ateşinden beterdi. Bu ateşte Köse Vezir'i yakmalı, fakat öldürmemeliydi. Koltuğuna giren bendelerine:
— Çabuk bir nâdan buldurulsun. Onun yanına kapatılsın! dedi.
Separator.jpg
Bostancılar, tebdilağaları, bir hafta kadar bütün şehri, civar köyleri, kasabaları, dağları, kırları dolaştılar. Nihayet Karamürsel meralarında, gayet cahil, gayet akılsız, gayet aksi, hâsılı gayet nâdan bir çoban buldular. Bu, otuz beş kırk yaşlarında, çok kuvvetli, hissiz, hayvan gibi bir adamdı. Köyünde kendisine "Eşek Hasan" diyorlardı. Nâdan olduğu kadar inatçıydı da... Terbiye, hürmet, namaz, niyaz, ne olduğunu bilmez; "Allah'ın kim?" dendiği zaman, "Ne bileyim ben ülen..." diye sırıtırdı.
Koyunlarının yanından ayrılmamak için hasekilere mukavemet etmiş; taşla, sopayla birkaçını yaralamıştı. Saraya elleri bağlı getirdiler. Siyaset gününü tesbih çekerek bekleyen Köse Vezir'in yanına koydular. Eşek Hasan, uğradığı haksızlığa karşı üç gün uludu. İşitilmedik küfürler etti. Sonra sustu. Pembe ipek divanların üstüne çarıklarıyla çıktı. Kuşağının arasından çıkardığı kavalı çalmaya başladı. Yalnız başına ölümü bekleyen Köse Vezir'in huzuru, tevekkülü bozuldu. Ama yanına konan bu garip mücrimle bir lakırdı olsun etmedi. Yüzünü pencereden tarafa çeviriyor, odaya yemek içmek getiren hademelere bile gözünü kaçırmıyordu. On gün, yirmi gün geçti. Kapının deliğinden içerisini gözetliyorlardı. Padişah, onun böyle nâdan bir herifle yaşamak azabına da katlandığını görünce ümitsizleniyor, hasekiler çıkararak daha nâdan mahluklar arattırıyor, fakat Eşek Hasan'dan beterini bulduramıyordu. Bir ay geçti. Nâdan çoban kavalı da bıraktı. Hiç ses çıkarmıyor, zindan arkadaşı gibi pinekliyor, susuyordu.
...Bir sabah, Köse Vezir, bu koca herifin hüngür hüngür ağladığını gördü. Çocuk gibi hıçkırması içine dokundu. Zavallı kimbilir karısını, evini, köyünü mü hatırlamıştı. Gayr-i ihtiyari sordu:
— Ne ağlıyorsun oğlum?
Bu, vezirin hapsedildiğinden beri söylediği ilk sözdü. Çoban gözyaşlarından sırsıklam olan al yanaklarını kirli yenleriyle silerek ona baktı.
— Söylemem darılırsın... dedi.
— Söyle oğlum derdini bana, ne darılacağım?
— Vallahi darılırsın.
— Darılmam diyorum.
— . . . . . .
Çoban derdini söylemiyor, daha ziyâde heyecana gelerek avazı çıktığı kadar ağlıyordu. Köse Vezir, biraz düşündü. Başkasını ağlatan bir sebebe kendisi nasıl darılabilirdi? Merak etti. Tekrar:
— Söyle oğlum. Senin derdinden bana ne?
— Darılırsın baba.
— Darılmam, söyle...
— Benim sürümde bir kösemenim vardı. Senin yüzüne baktıkça o hatırıma geliyor da... İşte onun için ağlıyorum.
— . . . . . .
Derdini söyleyen Eşek Hasan, birdenbire ağlarken gülmeye, hıçkırıklara kahkaha karıştırmaya başladı. "Tıpkı sakalı seninkine benziyordu." diye tafsilata bile girişiyordu. Köse Vezir hiç cevap vermedi. Kalktı. Kapıyı vurdu. Başını içeri uzatan sivri kavuklu nöbetçiye:
— Efendimize arzedin. Mühr-i hümâyunlarını kabul ettim... dedi.
Separator.jpg
Bir sene sonra harp bitmiş, yeniçeriler terbiye edilmiş, sipâhîler nizama konulmuş, hırsızlar, uğursuzlar temizlenmişti. Devlet yine, eski kuvvetini buldu. Padişahın gamlı yüzü güldü. Artık neşesi tamamıyle yerine gelmişti. Yalnız sadrazamına, o nâdan herifin yaptığı ölümden beter şeyin ne olduğunu bilmek istiyordu. Bir gün bunu sordu. Geçirdiği kırk günlük azabı birden hatırlayınca, yeni bir tokat yemiş gibi Köse Vezir'in yüzü kıpkırmızı oldu. Verecek bir cevap bulamadı. Kekeleyerek:
— Hiç Padişahım! dedi. Bu suçsuz köylünün benim için hapsedilmesine vicdanım razı olmadı... Onu azaptan kurtarayım diye ahdimi bozdum.
. . . . . . . . .

nâdan ile sohbet etmek güçtür bilene; çünkü nâdân ne gelirse, söyler, diline.

8 Mart 2016 Salı

Mezarlık Papağanları




Sabah mezarlığın içinden geçerken, toprağın altında onca çürümüş cesedi yok sayacak kadar mezarlıklara alışmış kalbim bahar şarkıları söylerken "umut ya Rabbi umut" dedim başımı göğe kaldırıp.

Ceset kokusunu çektiği için mezarlıklara dikilen servi ağaçlarının tepesine yemyeşil tüyleri kırmızı gagaları ile neşe saçan papağanlar kondu. Tıpkı masallardaki gökten düşen hediyeler gibi 3 taneydiler.

İstanbul'un göbeğinde..mezarlıkta..papağan..lar??

8 Mart 'ı filan kutlamayacağım bugünkü yazımda: günlere sıkıştırılmış kutlamaları oldum bittim sevmiyorum. Anmalar ve vurgular ise desteklenesi .

Hayat bişi demek istedi bana bu sabah, ne dedi niye dedi onu anlamaya uğraşıyorum şimdi.

Sevgiyle kalın...



2 Mart 2016 Çarşamba

Yazık



Ne sözler vermiş masumiyet çağının henüz kirlenmemişliğinde .
Zeytin ekmek yeriz aşkımız bize yeter'leri bile var can-ı gönülden savrulan.

Şimdi karşımda oturuyor ne baharı kalmış ne de yazı. Elimden bir şey de gelmez ki geri getirsem gülüşlerini. Öyle suskun,sessiz kelimelerle konuşuyoruz. Ne içersinler, memleket meseleleri,hay Allah'lar filan. Ötesini konuşmaya ne onda hal var ne bende cesaret.

Mahçup kırılgan tebessümü hala dudacığının kenarında. ..ona bakıyorum, binlerce savaş izlemişim gibi huzursuz ve üzgün ona bakıyorum.

Hani diyeceğim o ki, üç günlük dünya..ne diye kırdılar ki bahar dalını buncağızın.Sadece "hayır" demeyi beceremediği için  binlerce "evet" ile bencilce ezip horlamak  bir insanı. Çarptığı ağaçtan bile özür diler hale gelmiş. Nazik, narin, uysal olana zayıf diyen çirkin insanlardan olmayı, çocuklarımı da öyle yetiştirmeyi nasip etme Allah'ım.

Ne zeytini olmuş ne ekmeği ne de aşkı. 
Kahve söyledim...bir de fal bakarız birbirimize eski günlerdeki gibi.
Başka bir  şey de kalmadı eski günlere ait
Yazık...

1 Mart 2016 Salı

Kabul

Ay yok saklayamayacağım artık!
Bir dakika daha içimde tutamam..
Çok denedim, çok uğraştım, çok emek verdim ama olmadı.
Saklamanın da bir faydası yok görünen o ki...
Bahar geldi!



Allah'ım bahar geldi!!! Baharın hepsi içimde.Cemreler kafama düştü,çiçekler gönlümde açtı , rüzgarlar nefesimde ılıdı.
Baktım MAİ daha parlak, yeşilde hala bir mahçupluk var belli belirsiz,sarı deseniz keyfine diyecek yok, kırmızı harlamaya başlamış patladı patlayacak..bahar gelmiş hepsi içimde bahar gönlüme gelmiş dilime gelmiş elime gelmiş bahar gelmiş...

Bi sürü aksilik var hala biliyorum, dünya hala pek de iyi bir yer sayılmaz biliyorum ,ben kocaman bir kadınım yaş aldı başını gidiyor biliyorum,yarın yine her şey .oktan olacak belki bunu da biliyorum ama elimde değil bahar geldi  çiçekler açtı kuşlar başka neşeli ötüyor gök daha parlak güneş daha erkenci havada bir koku var engel olamıyorum sırıta sırıta içime çekme isteğime...

Sakarlıkta son nokta;sandalyeye geçirdiğim o sağlam tekme nedeni ile topal ördek gibi geziyorum sokaklarda. Köşe başlarında kaçamak veya aleni öpüşen çiftler. Ah nasıl seviyorum sizi bir bilseniz.Unutuyorum ayağımın ağrısını,saklayamıyorum tebessümümü.Aşk...sen her şeye kadirsin.Gence de yaşlıya da köre de topala da akıllıya da deliye de yakıyorsun..

Bir duvarı ve parmaklıkları aşarak kendine yol çizmiş asi dal...hayranlığımı sunuyorum sana lütfen kabul et.




Mıy mıy müzikleri de almaz oldu bünye..Hopbidi hopbidi  müzikler ile aşıyorum İstanbul'un caddelerini.Her bir hopbidi'yi ayrı tıklamanızı öneririm :-p

Utandım mutlu olmaya bunca acı-yokluk içinde.
Ama saklayamadım..engel olamadım.
Mutlu olmaya utanır günlerin aslında mazlum esirleriyiz...

Neyse..

Bahara engel olamadı işte yine kötüler...
Umut hep var, her zamankinden güçlü bu sefer
Mutsuz-umutsuz pineklemeyin iyiler
Hepinize sevgilerrrrrrrrrrrrr