Deniz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Deniz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ocak 2014 Salı

Gitmek Lazım

Her 3 yılda bir geriye dönüp yaşadıklarıma ve hayatımdan gelip geçenlere, sebeplere ve sonuçlara bakmayı adet edindim. Ama öylesine bir  göz gezdirmek değil; unutmadaki sınırsız yeteneğimizi utanarak seyri  kabil kılacak cinsten bir bakınış benimkisi. Her geriye baktığımda kurum kurum kurumlandığım, doğrudan emin olup naralar attığım anların cahiliyetini utanarak izlerim. Dünya boş, zaman aldatıcıymış der, bunu görüp kendime bilenirim.

Öfkem, onca karar ve yeminime rağmen kırdığım insanlar için hep. Hiç bir şey  değmiyor insanı kırmaya. Lakin şunu da öğrendim ki en derininden : insan da değmiyor uğruna can sıkmaya. Özlemlerime baktığımda hep maviye gidiyor anılarım. Bir deniz kenarında bahar güneşinin ılığında sıcaklıkmış aradığım. Bir dağın zirvesinden denizin mavisine saklanmışlığım. Anlattığım değil dinlediğim, dinlerken gönlümü verdiğim sohbetlerin tebessümünde kalmış hevesim.Geriye dönmek mümkün değil ama umudum o anları tekrar bulmak ise... ilerleyeceğim.

Şimdi bir fasıl daha geçti ömrümün bu diliminden. İnandığım kadınlar, içinde dostluk bulmaya çalıştığım yalanlar..üzerine masum mintanlar geçirilmiş çiğ hırslar,yaparım diye korktuğum için ayıplamaktan kaçındığım sapkınlıklar.Rüzgar şiddetini artırmakta iken anladım ki bir daha dönüp bakmam lazımmış geriye, oysa canımı çok yakıyor bu sefer geride bıraktıklarım, "O" ve "onlar"a karşı içimde yaşatıp  asla anlatamadıklarım. O kadar doğruydu ki yaptığım her şey, o kadar gönülden inanıp verdim ki sözcüklerimi ve sözcüklerimin taşıdığı anlam derinliklerini bu kez değirmenin taşı ezmez sandım tanelerimi. Oysa ufalamak az geldi bir de ateşe attı beni.Dallarının tomurcuğunu, sararan yapraklarının dökülüşünü izlediğim bir ormandan daha gider gibiyim. 

Yeni başlangıçların arsız neşesini taşıyan türkü çoktan dillendi yüreğimde. Yitirdiklerim, yitirdiklerini de yitirildiklerini de henüz fark etmedi bile.Gerçekten, yükte hafif pahada ağır bir kaç  güzel insanı  sığdırıp çıkınıma demir asa demir çarık deme zamanı geldi işte.

Lakin dağ adamı değilim ki ben dağları aşayım yola düzülmek için, patikaları var benim denizlerimin.....

4 Aralık 2013 Çarşamba

Anlamak...

Babamı , uykumdan ve bildiğim bir çok şeyden fazla seviyordum. O yüzden, gün henüz ağarmamışken yanağıma konan minik öpücük ve öpenin babam olduğunun kesin kanıtı olan bıyıkların batışını söylenmeden karşıladım. Gülümseyerek baktı ve açıklamak yerine fısıldadı "haydi".

Kalktım elimi yüzümü yıkadım  , çabucak üzerimi giyindim ve ardından yola çıktım. Arabaya bindiğimizde motoru çalıştırdı ve kendine özgü müstehzi tebessümü ile neşeli bir türkü mırıldanmaya başladı. Güne onunla başlamaya bayılıyordum. Babam, asla diğer babalar ya da diğer yetişkinler gibi değildi. Küçücükken de dediğim gibi "Tarzan'dan bile daha yakışıklı"ydı.Ortaokul ya da lise başlangıç çağlarında olmalıyım. Aldı beni Sotka'daki kahveye götürdü.Annemin yaptığı kurabiyelerden almış yanına, çöplüsünden çay söyledi. Kahvaltı etmeye başladık. Kahveye kız çocuğu mu getirilirmiş, sabahın köründe baba kız kurabiye ve çay ile kahvaltı mı yaparmış sokaklarda...yaptığı şeyden emin ve tereddütsüz olanların huzuru ile dünyanın o kısmına sırtını dönmüş çayını içiyordu.Ben ise kendimi ayrıcalıklı hissediyor ve onun kendine özgü sert kokusunu ciğerime depolamaya uğraşıyordum. Neydi konuştuğumuz konular, sohbetin ardıarkası kesilmeyen akışında tartışılan neydi hatırlamak zor. Ama net olarak hatırladığım şu ki, konu insanlar değildi. Babam insanları değil olayları tartışmayı severdi, çok da hazzetmezdi kişi yorumlamaktan.O bir  bilgi ve tabiat insanı oldu her zaman...

Sonra balığa çıktık.Gün,denizde iken kucakladı bizi.Deniz çarşaf gibi bir mavi..gök kusursuz ve lekesiz bir mavi ..Trabzon sahilinden gittikçe uzaklaşıyorduk.Adı -tanımı olmayan bir duygu sardı benliğimi.Tüm "önemli"ler, tüm "peşinden koşulanlar yalandı. Tanrı, içimizdeydi. Dünyadaki tek renk maiydi.Sevgi,sorgulanmayandı.

ÇOCUKLARIM DA BABAMIN ŞEFKATİNDEN VE MAİNİN KUCAKLAMASINDAN NASİPLERİNİ ALDILAR HER ZAMAN
Teferruatlar sadece gerçeğin güzelliğini kirletiyor..Kıyı hepten görünmez olduğunda bir fark ettim ki ben maide bir noktayım...adım yok sanım yok ne geçmişim ne geleceğim evrene ait bir noktayım ama nasıl güzel nasıl huzurlu nasıl gönlü doymuş bu güzelliğe özlemle ömrünce hasret çekecek olan bir noktayım. 

O, tüm kanalların tertemiz dolduğu, tüm benliğimin şarj olduğu sabah duyduğum tek ses denizin kayığa çarptığında çıkarttığı nazlı çırpıntı ve babamın ara ara kendi kendine mırıldandığı o şarkı... "ne yeşili ne siyahı gözümde hep gözlerin var..."

Şimdi ne zaman kirlendiğini görsem yaşam sahillerinin ve ne zaman aldığım nefes yetmiyor olsa aklıma o sabah gelir. Yalanla,iftira ile can yakanlar, beni yendiğine inananlar Allah'ın lütfettiği o sabah esintisinde hükmen yenik gelirler...kendi yalanlarında debelenmelerini izler, körlüklerine hayret ederim o insanların. Yalan, beni kendine çekip  ağdalı bulanıklığında yitirmeden gerçeklerin arı çizgilerine teslim olur..huzur bulurum.

Zaman olur kuş gibi

Birgün hazan,birgün bahar


Aşkı sizde öğrenmiştim


Vermediniz yalan yıllar....






25 Ekim 2013 Cuma

Sevgili Martı

İnsanlar rüya görmek için uyurmuş ve ömrü uzun, sağlıklı, neşeli olası canım babamdan öğrendiğim bir sözdür bu: "balıklar rüya görmez, deniz o  kadar güzel ki" ymiş. Gerçi ben bu ikinci sözde gözbebekleri dahi gülesi, bahardan güzel baldan tatlı ömrümün cananı ablamı kast ettiğini düşünmüştüm babamın; çünkü ablamın adı da Deniz.






martılar ki sokak çocuklarıdır denizin (can yücel)




Neyse, tam uykusuzluğa alışkın benliğim bu saatlerde alışkın olmadığı kadar derin bir uykuda en az çocukluğumdaki kadar muhteşem saçmalıkta rüyalar görmekte ve o rüyalar muhtemelen uykumda bile bana kahkahalar attırmakta iken beni çağırdığını duydum aşina seslenişi ile. Ne uyku, ne rüyalar ... fırladım kalktım yataktan ve cama koşturdum. Oradaydı, ben uyandım hayat başladı sen neredesin dercesine gökyüzünde daireler çizerek dolanıyordu. El salladım gülümseyerek, bir kez daha yüksek sesle yeni günü selamladı ve rızkını aramaya gitti martı.




Rahmetli dedem Haşim Baba'nın kayığı vardı. Bir gün denizde avlanırken yaralı martı bulmuş, her zaman temiz düzenli ve dedem yokken kendimi iğreti hissettiğim evine getirmişti. Martıya "Mehmet Ali" adını koyduk. Dedem izin vermezdi yanına yaklaşmamıza, babam "martılar evcilleştirilemez ve gagası size zarar verir" diye her zamanki gibi yorum yapmadan sevecen bir dille olageleni izah etmişti. Hayrandım martıya, yaralı da olsa başı dik ve seyrine doyum olmayacak kadar güzeldi. İçimde çocuklara mahsus inançve istekle Mehmet Ali'nin evcilleşeceği ve benim onunla oynamama izin verileceği inancı vardı....ama babam da dedem de doğaya,yaşamın kurallarına saygılı insanlardı. Mehmet Ali iyileşir iyileşmez onu salıverdiler. Biraz burulduysam da üzülmedim. Çocuk bile olsam özgürlüğün kıymetini ve gereğini biliyordum.



Üniversiteyi kazanıp İstanbul'a geldikten sonra hissedilen kıvamı yoğun tadı berbat yalnızlığa çareler aradım elbette. Yeşille mavinin kucak kucağa neşeyle yaşadığı , dost rüzgarının deniz koktuğu Trabzon'u bırak caddeler,sokaklar dolusu yüzü gülmeyen insanların sel olduğu beton kent İstanbul'da yaşa...Bir gün Beşiktaş sahilinde yürürken bir başıma ,bana seslendi martı çığlık çığlığa. Başımı kaldırıp baktım. A! Bizim Mehmet Ali değil mi yahu bu? Vallahi o, nerde görsem tanırım. Bembeyaz tüyler, mağrur dik duran baş, hep havuç yemiş gibi boyalı gagalar...Epey dertleştik, ben anlattım o dinledi. Arada avaz avaz çığlık atıp benim içimdeki yangını dindirmek istercesine denize dalıyordu bir hışım. O da Trabzon'u, babamı, dedemi özlermiş ama beni yapayalnız bırakıp gitmeyecekmiş;söz verdi. Ondan sonra bağımız hiç kopmadı. Ne zaman dertleşmek istesem tepemde döner durur, ne zaman vapura binsem eşlik eder, ne zaman İstanbul'dan ayrılmam gerekse bir yerlerde karşıma çıkıp " sen git-dön ,ben burada seni bekliyor olacağım " derdi. Ben de ne zaman nerede olursam olayım onun beni çağıran sesini duysam görebileceğim bir yere fırlar ve sevgili dostumu görmenin eksilmeyen neşesi ile ona el sallarım.


Ve elbette ki bebeklerimin de onunla dost büyümesine izin verdim




















Yine, dünyanın en yakışıklı insanı olan, gülüşü solmuş gülleri açtıran canımın içi babam demişti "martılar çöplükte yaşasa da hep beyaz kalıyor, kirlenmiyor" diye. Bazı insanlar kendisini martı sanıyor olmalı. Paranın, tamahın, hırsın, yalanın, kinin , fesadın çöplüğüne dalıp debelenip  sonra arı insanların içine utanmadan çıkıyor ve kendilerini hala bembeyaz,tertemiz sanıyorlar. Oysa karşısındakinin gözlerine uzun süre bakamayışları, lüzumlu lüzumsuz tatlı sözlerinin en ufak menfaat çatışmasında 
yitirilişi  gibi bir çok şey onları ele veriyor 
zaten.. 26 sene oldu İstanbul'a geleli ama ben kadar maviye aşık martının çığlığı ile kendime gelmişliğim ve üzeri yaldızlarla kaplı altı pis kokulu çöplüğün tuzağından kaçabilmişliğim çok oldu. 
martılar ağlardı çöplüklerde biz seninle gülüşürdük...








Fırtınanın şiddeti ne olursa olsun; martı sevdiği denizden asla vazgeçmez (Alfred Capus)...bu bile Mehmet Ali'ye saygı duymam ve onu vazgeçilmez bir aşkla sevmem için yeterli değil mi aslında?



Ne mavimi,ne martımı,ne kendimi yitirmeyeyim Allah'ım..dedim yine içimden usulca.


Mehmet Ali boğaz köprüsünün üst tarafına doğru uçtu gitti. Benim de uçup ardından gitmem ve neşeli bir tempoyla yaklaşmakta olan günü gökyüzünde karşılamam , sonrasında denizin üstünde raksederken mavide bir nokta olup kaybolarak aslında kendimi bulmak isteğimi gerçekleştirmem en azından bugünlük mümkün olmadığına göre kalkıp yemek yapmak ve işe yararlığın payesi ile yetinmek en iyisi olacak.










Bir saat sonra çocuklarım uyanacak..bir saat sonra  uyuyalıberi özlediğim gözlerinin ışıltısına ve dünyada ne şanslı, ne özel, ne vazgeçilmez yerim olduğuna işaret eden "anne" seslenişlerine kavuşacağım.


Herkes için güzel bir gün ola...

8 Ekim 2013 Salı

İstanbul'da Sabaha Dair

01 Eylül 1987'dir Trabzon'dan ayrılıp üniversite için İstanbul'a geldiğim..o zaman da sevmezdim İstanbul'u bugün de çok sevdiğim söylenemez.Hoş bir ironi :14 sene İstanbul'a hizmet ettim belediyede.Ne söylesem yutturuyor hayat,bazen kaderin de mizah anlayışı olduğunu düşünüyorum.

İstanbul'a şiirler yazan şairler bugünkü İstanbul'u görseler yine ilham alırlar mıydı diye hep merak etmişimdir.Sıkışık trafikte, İETT'de yer bulup oturabilirlerse bir şeyler karalarlardı belki de can sıkıntısından.

Bir öğrenciyken aylak aylak Beşiktaş sahilinde yürürken (ki mevsim sonbahardı) bir de  işsiz kaldığım zamanlarda Kadıköy sahilinde denizi izleyip içimden bile susacak kadar yalnızken (ki mevsim ilkbahardı) İstanbul'u sevdiğimi anımsıyorum..kalan zamanlarda hiç. Aradan geçen 26 seneden sonra bile gece gökyüzüne bakar milyonlarca ışığın aydınlığında kaybolmuş yıldızlara üzülürüm. 

Bu sabah, herhangi biri olmanın dayanılmaz ayrıcalığı ile çocuklarımı uyandırdım kahvaltılarını yaptırdım, hazırlıkları tamamlayıp servislerine binmelerini izledim penceremden her sabahki gibi ardlarından dua okuyup havaya üfleyerek.Sonra onlar kendi menkıbelerine doğru yol alırken masayı temizledim,sabah kahvemi yapıp senelerdir ertelenmiş kelimeleri cümlelere-anlatımlara dökmek üzere bu yeni başlangıç sayfama geldim.


İstanbul'a ilk geldiğimde de demiştim ya..bakınca karşısı görünen yerden deniz mi olur?İyi ve kötü kıyasla kabilmiş; elbette mavisine hasret kaldığım Karadeniz'di yine gönlümdeki.


Oysa....



Gün ile denizin birleştiği yerde mutluluğum,
Ufuktan dönüp de ardıma
Bu son bakışım sa-na...