öğrenci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
öğrenci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Şubat 2021 Cuma

Muz Kabuğu








Trabzon'da öğretmenlik yaptığım dağ köyünde, çocuklarıma muz getirdim bir gün.

Sevinçle yüzüme baktılar.

Muhammet, kabuğuyla ısırıverdi muzu.

Meğer ilk kez görüyorlarmış.


Tüm yardımların toplanıp güneydoğu'ya yollandığı yıllardı.

Öğretmenlik yaptığım köyde,okulun kütüphanesi bile yoktu.


Annem çarşı pazar dolaşıp kıyafet topladı çocuklarım için.

Ayakkabıları yoktu bazılarının.

Okula kadar çıplak ayak geliyor, okulda giyiyorlardı eski püskü pabuçlarını.

Teşekkür niyetine sarılıverdiler anneme..kocamandı sevgileri ,sevinçleri.

Okula yine yalın ayak geldi o çocuklar ama okulda giydikleri pabuçlar artık "gıcır"dı.

"Sana elma kızartalım" derdi çocukların anneleri, "hatır için de kızarmış elma mı yenir" derdim içimden. Meğer patatese elma derlermiş oralarda. Anlayıp dinlemek yerine kibrimize sarılıp ne mutlulukları öteledik ömrümüzde kimbilir. 

Ömrümün en mutlu günleriydi.

Dağlarda eriyen karla coşan bir nehir, ormanlarında geyiklerin gezdiği dağlar,  çıplak bahçesinde uyduruk bir voleybol ağı bulunan ve öğretmenlerin uzun teneffüste voleybol oynadığı bir okul. Çocuklar koşar, çocuklar oynar, hepsinin yanağı al al.


Öğretmen masasında her sabah taze kır çiçekleri.

Sınıfta çıtır çıtır yanan fındık kabuğu sobasının sıcağında komik bir öğretmen ve her birini taparcasına sevdiği öğrencileri.

Güzel olan neyi getirebildim bugüne?

EKMEĞİN "GUDUĞU"

Sabahları bana taze ekmeğin guduğunda tulum peyniri alan abim dahil hepsi yok hükmünde...yittiiii gitti.

Kimi kendi isteğiyle

Kimi zamanın hükmüyle


Ne yazık...



2 Temmuz 2020 Perşembe

Hamdım...Yandım


 Özün neyse sözün de o oluyor. Bir çok şey değişiyor ama senin için aslolan kâh  örtülerin altında kâh özlemlerin altında aklı kalıp zamanı gelince tekrar seni sarıyor.

16 sene Trabzon'da 33 sene İstanbul'da yaşadım.

16 yaşında ayrıldığım Trabzon da o Trabzon kalmadı, ben de aynı Kadriye kalmadım haliyle. Okudum,yurtta kaldım,kurumsal firmalarda,yabancı firmalarda,büyük kurumlarda çalıştım. Dost edindim, kazık yedim,aşık oldum,evlendim,anne oldum.Değiştim de değiştim.


Olmaz dediğim oldu.
Gitmez dediğim gitti.
Kalmaz dediğim kaldı.

Hamdım,piştim,yandım.

Daha da devam ediyor.

Günün ve normların gerektirdiği şekilde hayalleri hedefleri biçimlendirirken "öz" beklemediğiniz yerlerde karşınıza dikiliyor.

2 sene kadar önceydi. Dünya tatlısı 2 şabalak şebelek 1 hanım iş arkadaşımla Nişantaşı'nda akşam takılmıştık bir yerlere. Hoş mekanlar,hoş ortamlar ve hoş insanlardı.Lüzumlu olan şekilde giyinmiş, lüzumlu olan şekilde olağan akışında sohbet ediyorduk. Sonra nereden geldiyse konu "Maçka'da bir evim olsun çok isterdim ayyy" dedi şabalak şebelek olan. Gözlerim parladı. "Ben de çok isterdim. Şunca yorgun koşturmacadan sonra ne yi gelirdi öyle eşsiz bir ortamda yaşamak" dedim. Genelde aynı fikirde olmadığımız için hem o bana hem ben ona hem de diğerleri ikimize baktı şaşkın ve tebessümle. O, dubleks olsun  şu olsun bu olsun diye  hayali genişletmeye koyuldu, ben de ahşap olsun!lara giriştim. Sonra anladık ki o Taksim-Maçka'dan bahsediyor ben başı dumanlı dağlarla çevrili Maçka'mdan. Onlar bana güldü ben de kendime çok güldüm. Sonra sohbet yine o tatlı akışkanlığı ile devam ederken ben o ortamdan çoktan koptuğumu ve memleket özleminin içimi yakıp kavurduğunu kendimden bile saklamaya uğraştım.

Kolay mıydı?

Değildi.
Yanakları kırmızı, zayıf düz saçları perçemli  bir kız çocuğu. Maçka'nın yemyeşil doğası oksijen gibi doluyor içime. Hep orada yaşamış olduğum halde Trabzon'un doğasına yeşiline mavisine her gün biraz daha aşık ve her gün biraz daha hayran uyanan biri.Yediği her lokma cennet tahını kıvamında...memleketinin suyunu sever ekmeğini sever biri.

Sonra İstanbul aldı götürdü yine beni olmam gereken kimliğime. Maçka türküleri içimde sızı sızı, yüksek ökçelerimle yürürken yalın ayak basmayı özledim toprağıma sessizce.

Şimdi de pandemi nedeniyle iş hayatı-çocukların okulu yani günlük endişe ve sevinçler,planlamalar içerisinde sakin sakin yuvarlanırken epeydir girmediğim facebook'a gireyim dedim. Sonra da bana arkadaşlık teklifi yollamış ama kabul etmediğim kişileri bir inceleyeyim istedim. Derken yıllar önce gelen iletilerden birinin ,kısacık vekil öğretmenlik yaptığım dönemden bir öğrencime ait olduğunu görüp gülümsedim. Daha geçen akşam öğretmenlik yaptığım o dağ köyünün toprak yolunda geziyordum okuldan  geriye ne kaldı diye. Ne yapmış bizim oğlan diye tebessümle profiline girdim. Sevmediğim bir siyasi parti için övgüler düzmüş..canım sıkıldı. Yeterince eğitebilseydik böyle olmazdı diye kendimi suçladım. Evlenmiş. Güzel esmer ve kararlı bakışları olan gelini inceledim hoşnutlukla. Fotoğraflarında gezindim. Sonra birden kendimi ait olduğum kültürün teklifsiz samimiyetinde, doğal sıcak tebessümlerinde, bütün güçlü masumiyeti ile sizi saran doğasının içinde buldum.


Özlem, sımsıkı bir yumruk gibi indi mideme.Kokusunu içimde hissettim toprağımın; İstanbul'un kısıtlı görüş alanından kurtulup Trabzon'un engin sonsuzluğuna kavuşmak istercesine kapandı gözlerim.

Oradan geçerken hayran olmak değil anlıyor musunuz? Oraya ait olmak, o mavi sizsiniz o yeşil siz. Yarın yine tanıdık ve yeniden aşık olacağınız kadar güzel.


Kendi isteğimiz olmadan yitirdiğimiz her şeye belki bu özlem. Yitirdiğimiz kardeşe, zamanın uzunluğunda küçülüp yok olan dostluklara,renkleri hala canlı duran anılara.



Dedim ya ; hamdım,piştim,yandım.


Zaman iyi ve güzel olanı getirsin hepimize.



Anlaşılan o ki , hasret demirbaş olmuş öyle de kalacak ömrümüzde.

24 Kasım 2018 Cumartesi

Başöğretmen ve...



Başöğretmen Atatürk..Gazi Mustafa Kemal Atatürk. Onlarca yıldır taşıdıkları  çamurla  ışığını kapatamadıkları Atatürk. Önce onun öğretmenler gününü  kutluyorum caan-ı gönülden




Öğretmenlik mesleğini yücelttiği kadar öğrenmeyi  de öğretti millete. Matematik kitabı başta olmak üzere yazdığı eserler, katkıları... Atatürk'ü tanıdıkça seviyor sevdikçe daha çok tanımayı istiyor insan.


Abuk subuk  herbokolog gibi konuşmak yerine dinlemeyi ve karşısındakine saygıyı görüyoruz onda. Daima şık, daima karizmatik. Söylediğiyle değil sadece yaptıkları ve duruşu ile de örnek olup öğretenmiş...Başöğretmenmiş her zaman.


Öğrenciler ona, o öğrencilere saygılı. Öğrenciler ve halk onun içinde, o öğrencilerin ve halkın içinde. Koruma yoook, konvoy yoook... Varlığı ışık saçan insan... bir kaç onyılla kaçırmışız seninle aynı zaman diliminde var olmayı. Gele gele de...hay şansımıza tüküreyim!



Sevdikleri  hep etrafında. Sınıflarda olmayı, insanların yaşadıklarını yerinde görmeyi ve o yerin kurallarına uymayı  önemsemiş. Sınıfta Ata değil Başöğretmen olup kenara çekilmeyi bilmiş. Ego yoook, kompleks yok.



Kimi insan varlığı ile çevresini güzelleştirir. Atatürk'ün özellikle okullarla il gili fotoğraflarında yalaka sırıtmalar ya da korkuyu görmüyor insan. Kendilerine güvenen, odaklanmış ve neşeli gençler görüyor. Onlar şimdi neredeler..


Bunlar benim çocuklarım. Başöğretmenleri başta olmak üzere köy enstitülerinin kurucularından olup orada öğretmenlik yapan büyük babalarını ve kendilerine emek veren tüm öğretmenlerini saygı ve sevgiyle anıyorlar. Onlar fikri hür vicdanı hür yetişiyorlar.

Öğretmenler günü kutlu olsun...



15 Ekim 2014 Çarşamba

Hacıyatmaz...


Bir gün çocuğunuz başka şehirde üniversite filan kazanırsa, sakın bir yakınınızın yanına vermeyin onu. Bırakın yurtların soğuk koridorlarında kendini ısıtacak dostluklar kurmayı öğrensin, bırakın bacakları henüz güçlüyken dik yokuşları tırmanmayı öğrensin ve bırakın yoklukları tanısın ki ileride şükrü gönülden öğrenmiş olsun.


Vezneciler Kız Öğrenci Yurdu..1500 tane 19'larında kız çocuğu. Tam bir "hamdım piştim yandım elhamdülillah" sokağı.

Çıplak koridorlarını, bit kadar odasındaki tıkışlığı,kaşındıran battaniyemizi,pembeliğinden utanan pembe ya da değişim günü pembeyi verip yerine aldığımız, bir kaç yıkama sonra adımı değiştirip gri olacağım diyen mavi nevresimlerimizi severdim. Bir çay almak için 2 uzun koridor 3 kat merdiven bir koca avlu ve bir kısa koridor yürüyüp o çayı aldıktan sonra aynı yoldan odaya dönmenin anlamsızlığını, soğumuş çayımı yudumlamayı severdim. Suların kesik olduğu zamanlarda kaloriferden su boşaltıp o tiksinç suda saçımızı yıkayacak kadar neşeli bir gençlik yaşamayı severdim.

Elektrikler kesildiğinde bu 1500 kızın aynı anda attığı çığlığın Bayazıt'tan duyuluşunu severdim. 

Birimiz hasta olduğunda tıptan öğrenci arayışımızı,iğneyi hemşirelik öğrencisinin vuruşunu,veteriner öğrencilerinin kedileri doğurtuşunu hep beraber izlemeyi severdim.

Açken paramızı birleştirip aldığımız döner ekmeği 6 pay edişimizi severdim. 
Açlığımıza ürettiğimiz çözümleri severdim.


Ben, fal bakardım iskambil kağıtlarından.
Sigara satardım tane usulü
Orkid satardım tane usulü, gece yurttan çıkış yasakken mecburiyetten orkid arayanlara
Jeton satardım sevgilisini özlemişlere anne kokusuna hasret kalmışlara karaborsa
Sağda solda bırakılmış boş kola şişelerinin depozitolarını biriktirirdim.

Ya da içimizden birine sevdalanmış, "taze aşık" bir delikanlı bulur sevgilisiyle yemeğe gittiğinde tesadüfen eşlik eder sonra bol keseden atıp tüm hesabı ödemesine "ay ne gerek vardı"larla izin verirdik.

Aç kalmazdık...

Hayat zor, yokuşlar dik,gönüller gençti...severdim yaşamayı.

Şimdi soyadı bir yana dursun adını bile hatırlayamadığım kaç arkadaşımı gece acile kaldırdım ben..Çapa'da Cerrahpaşa'da birbirimizin başında sabahlamalarımız..onca acı yokluk zorluk içinde baş tacı edip çamura düşürmediğimiz aşklarımız...gece "ölmez di mi" korkularımız, sabah "doktor ne yakışıklıydı beaaa" geyiklerimiz...cayır cayır yanmayı severdim ben.

Di ve ben Heybeli Ada'da..sene 88
Hiç unutmam ,İstanbul'daki su yokluğundan fenalık geldiğinde seferlerin birinde, ilk ataması Erzurum olan ablamın yanına gitmiştik otobüse atlayıp Di (Dilek) ile ... Ablam beni görünce gülümsemişti tüm sarsukluklarımı hoşgören sevecen abla gülümseyişini takınıp. Di ile o kadar uzun kalmıştık ki banyoda,kapı şişmişti buhardan. Ertesi gün geri dönmüştük .Gençtik, yollar uzun zaman boldu,yorulmak kavramı henüz uğramamıştı semtimize.İstanbul'dan Erzurum'a bir banyo için gidişimiz mevzu değildi de ertesi gün okula saçlarımızı savurup gideceğimizi konuşuyorduk keyifle.

Eylemlerde yurdu basan çevik kuvveti "yurda erkek girdi heyyooo" çığlıkları ile içeri hapsedişimizi ve gergin ortamın kahkahalara boğulmasını severdim...

Birileri aşkının kahrından odaya rakı masası kurmuş demlenirken kendi ranzamda Yasin okuyuşumu, o rakısını ben duamı bitirince birbirimizin omuzunda aşklara ve hayata ağlayışımızı severdim.

Ramazan geceleri sahur yemeklerine herkesin doluşmasını, bir Halley bir kola ile sahur yapışımı severdim.

Bayazıt kulesinin tepesindeki ışığın renginden ertesi günkü hava durumunu öğrenip giysi seçişimizi severdim.

Özel günlerde AGS kreasyonunun sınırsız seçenekleri ile donanmayı ya da donatmayı severdim.(Arkadaş Giyim Sanayii)

Odaya yeni gelenlere lezbiyen taklidi yapışımızı, ilk gece yanına süzülüp ödünü kopartışımızı severdim.

Beş para etmeyen genç kızlardık..beş para etmeyişimizi severdim.

Ruh çağırdığımız geceler korkudan tuvalete 6 kişi birden gidişimizi,sırayla birbirimizi bekleyişimizi severdim.

Hayallerimiz vardı kimimizin mutlu bir yuva,kimimizin parlak bir gelecek üzerine..hayallerimizi ,hayal kırıklarımız kadar çok severdim.

Haşim İşçan'dan gelirken uzun karanlık bir yol, ardından iki film birden oynatan malüm sinemalardan birinin önünden geçer yurt kapısının önünde bekleyen seyyar satıcılar,minibüsçüler ve bilimum abaza sürüsü arasından sıyrılır kimlik kontrolü sonrası yurda girerdim..o demir parmaklıkların ve çıplak taşlığın verdiği güveni ,yuvama girmişim duygusu ile çok severdim....

Ben, hiç olmanın hep oluşu getirdiğini yurtta öğrendim ; ben kendimi yurtta buldum..çok sevdim.



4 Kasım 2013 Pazartesi

Lacivert

Birazı unutulmuş maziye birazı bilinmez atiye ait bir garip gündü..geldi geçti.


İş görüşmesi için gelen davet alışılmış hazırlıklarımın çabucak tamamlanması ile yollara düşüşüm demekti. Üsküdar'dan Kabataş motoruna bindiğimde uzun zamandır görmediğim dostlarıma gidiyormuşum gibi , bildik ama ihmal edilmiş yollardan geçtim. Truman Show gibi İstanbul..aynı saatte aynı insanlara rastlarsınız her zaman.Çalışma hayatına ilk başladığım yıllarda sabahları Üsküdar'dan motora bindiğimde birbirlerine simit alan ve birbirlerini bekleyen arkadaşların aynı motora binerek başlattıkları sıcak,alışılmışlığın rahatlığıyla bezenmiş sohbetlerini dinlerdim.En az onların sohbetleri kadar rutindi dinleyişim. Gülümseyerek o sabahları andım. Mehmet Ali (martı) başımın üzerinden iyi şanslar dedi çığlık çığlığa uçarken, gülümseyerek el salladım ona etrafımdakilerin onaylamaz bakışlarına aldırmadan. Özer sektörde çalışmanın ve iş hayatına yeni başlamanın tedirginliği ile inerdim motordan. Ayakkabım su alırdı, aldırmazdım.Kendimi seyrettim 20 yıl sonranın penceresinden..zamana sabırsız, tedirgin ama umutlu bir genç hanım. Gülümsedim.


Motor iskeleye yaklaştığında topuklu ayakkabıyla zıplayamamaktan dolayı suratımı astıysam da elimi tutarak bana yardımcı olacak bir eşim olması tebessümü tazeledi. Görüşme yerine az kalmıştı, dönüp cesaret almak istercesine bir kez daha martıya baktım.Göz kırptık birbirimize, yola koyuldum.

Görüşme sonrası eşimle İstiklal Caddesi'ne çıktık ve flört ederken gittiğimiz ara sokaktaki restaurantı aramaya koyulduk. Ne İstiklal caddesi aynı kalmış, ne insanların profili ne de biz. Tıpkı eski günlerdeki gibi elele koşturarak yerini hatırlamaya çalıştık. O zamanlarda o çalışıyordu ben öğrenciydim. Şimdi yine o çalışıyor ben işsizim. Bir süre kendimizle ve halimizle eğlendik,her kahkaha bir sonrakinin mayası oldu. Restaurantı bulmayı başardığımızda hayli neşeliydik.

Sonra o işine gitti..ben yine Taksim'de bir başıma kaldım. O kadar uzun zaman olmuş ki hava karardığında evden bu kadar uzakta olmayalı..İstanbul değişmiş hayat değişmiş ben zaten...koşturmaktan vazgeçip etrafımı seyre koyuldum. Trafiğe kapatılmış Taksim...insanları koşturan ve ruhunu yitirmiş Taksim. Kocaman bir betın alan..cansız,kişiliksiz..sevimsiz. 



Öğrenciyken,sene 1987, 83T'yi beklerdik arkadaşlarımla.Duraklar eski, otobüsler şimdi tarihi eser niteliği taşır cinstendi.En arkada kocaman bir baca gibi bir şey vardı,üşüyen ellerimi orada ısıtırdım. Otobüsler İstiklal Cadde'sinin içinden geçerdi.



İnsanlar en temiz ve en özenli giysilerini giymezdi çok eski yıllardaki gibi ama insanların renkleri vardı. Oysa şimdi soluk bir kaç griyi saymazsak siyah ve beyaz kadar keskin ayrım var insanlarda.

"Ne yiyeceğim" derdim durakta beklerken.." ne pişireceğim çocuklarım için" dedim geçmişteki ben'e de gülümseyerek. Cep telefonumu yokladım Selin eve gelmiş midir diye düşünerek, parkamın cebinde şıkırdattığım jetonları anımsadım hemen sonra. Jetonla arardık sevdiklerimizi..öyle ya.

"E peki" diye düşündüm "bunca teknoloji bunca yenilik bunca şöyle olsa dediğimiz şeyin gerçekleşmesi..niye mutlu değiliz niye daha güzel olmak bir yana güzelliklerini yitirdi hayat?" 



Aklıma Rengin'in eski bir şarkısı geldi takıldı : 

Bize neler neler öğrettiler sevdalar üstüne

Aldatıldık aldatıldık sevda böyle değil
Ne masallar ninniler söylediler dünya üstüne
Aldatıldık aldatıldık dünya böyle değil 

Ufalana ufalana kaç kuşak

Eridik bu yollarda 
Kimimiz yerle yeksan 
Kimimiz zorla ayakta....


Taksim-Kadıköy dolmuşu geldi,attım kendimi. TRT'de çalıştığım yıllarda hava kararmışken köprüden geçer mavinin tonlarının İstanbul'u kucak kucak sarmalamasını seyrederdim doymaksızın. Şimdi lacivertin en duru tonları ışıklarla birleşirken, deniz ise asil maviliğini lacivertin bir ton daha koyusu ile bezerken izledim İstanbul'u. Gözlerim şehrin parlak ışıklarından kaçıp ufkun karanlık ama özgür ve davetkar çizgisine takıldı. "Sen beni sevmedin ,ben de seni İstanbul" dedim dudaklarımı kımıldatmadan usul usul.


Tıpkı on yıllar öncesindeki gibi yarınların ne getireceğini bilmeden ,daha az tedirgin daha çok umutlu geçerken o köprüden kitabımı açtım ve okumaya başladım. Mazinin yumuşak ezgileri, yarının bilinmezliği...hepsi  Balzac'ın "Kuzin Betty" sinin satırlarının arasında gerçekliğini yitirerek eridi gitti.