hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Kasım 2013 Çarşamba

Rüya


Uykudan , dudaklarını sıkmaktan dudakları uyuşmuş vaziyette uyandım. Rüyamda ne görüyordum hatırlamıyorum en azından şimdilik, belki de klasik olarak bünye savunmaya geçmiş ve beni bu kadar geren bir şeyi hatırlamamı istememiştir.


İşsizlik dünyanın sonunu filan getirmiş değil benim için ama gerdiği de bir gerçek. Öğrencilik yıllarımda harika bir  rüya görmüştüm. Atakent'teki o yüksek binalardan birinden fırlayıp bir taksiye atladım rüyamda, sonra şoföre "Temmuz'a çek" dedim. Rüya bile olsa avallaştı adamcağız. "Ne bakıyorsun yüzüme Temmuz'a çek, hızlı!Hadi!" dedim. Mart'ı,Nisan'ı , Mayıs'ı, Haziran'ı yaşamaya sabrım ve gücüm olmadığını hissediyordum. Giden benim ömrümden gitmeyecekmiş gibi bir telaş, bir başı diklik, bir kırgınlık hayata...

Öğrencilik yıllarından beni yaptığım bir şeyi yapmaya karar verdim bugün. Gidip mezarlıkta oturacağım bir süre. Onları görmek, onları dinlemek ile aynı şey aslında. Başıma gelenleri, biriktirdiğim öfkelerimi, kırgınlıklarımı, affedemeyişlerimi çantama koyup ilişeceğim bir ağaca yakın kabrin kenarına. Dünyayı düşünmek, gelip geçiciliğin ortasında yüreğimi ne diye yangın yerine çevirdiğimi anlamak ;bilip unuttuklarımı kendime hatırlatmak lazım. Kaybetmeden kıymet bilmek, gitmeden-zaman bitmeden asıl yapılacaklara başını çevirmek lazım... Mezarlıkta oturup kendini , hayatı ve ölümü dinlemenin bir faydası daha oldu her zaman. En umutsuz anımda bile "onların artık hiç bir umudu yok oysa ne gün ne ömür bitmedi..yeniden deneyebilir, yarınlardan umut edebilirim. Benim için her şey bitmedi" der gönlüm yenilenmiş, az kalsın hiçliğin içinde her şeyimi yitirecek olmanın telaşı ile kamçılanmış çıkarım mezarlıktan. Ne öyküleri, ne yaşanmışlıkları var hepsinin.Ne çok cümle yarım kalmış, ne çok sır ne çok keşke toprağın altına girmiş ve aslolana seyahati başlamış. 

"Heyy ben kimim ki" diyor insan o zaman. "Ben kimim bu kadar önemsedim her şeyi?...şurada eski Suriye Valisi yatıyor kocaman heybetli şatafatlı bir mezar taşı ama şurada da Üsküdar'ın eski Camcı Amca'sı yatıyor mezar taşında iyi kalpliliğine düzülmüş anlatımlarla dolu mısraları..hangisi zengindi, hangisi kazandı da gitti, sen ne istiyorsun...sen ne istiyordun" diyorum kendime. Ölüm, korkutucu geliyor anne olalı beri. Ürperiyorum, "keşke" lerimi elimden geldiğince orada gömüp farklı düşünce ,duygu ve önceliklerle çıkıyorum kapıdan. Umut,yaşama isteği, vazgeçmeyiş her yerini sarıyor yüreğimin. Sevdiklerimi ve sevmeyi hatırlıyorum. Üzdüklerimi ve pişmanlıklarımı..Söz verip unuttuklarımı yani yarı yolda koyduklarımı.

Dudaklarım mühür gibi sımsıkı kapalıyken "Hey'" diye haykırıyorum yaşamda yer alan her şeye "gitmedim, vazgeçmedim..geliyorum"

Yaşam koçları, felsefeler belki karanlığa düşmüş yolunu bulamayanlar için gerekli bir şey. Edinilmiş tecrübenin paylaşılması yürüyerek fersah fersah alınacak yolu koşarak bir kaç adımda almaya yarar sağlıyor olabilir ama benim demem o ki insan kendine doktor,kendine dost olmalı.İnsan kendisi ile barışık kalıp kendisini duymalı..o zaman yardım istenilecek nokta da yardım istenilecek alan da değişiyor.

En kötü ihtimalle "çek Temmuz'a!" diyorsunuz, bazen kaçmanın da çözüm olduğunu biliyorsunuz.Ne han ne hamam....sadece mavide bir nokta olsam...


YAŞAMAYA DAİR 
  
1 
Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. 
                                                                                     1947 -Nazım Hikmet Ran

1 Kasım 2013 Cuma

Toprak, güneş ve ben... Bahtiyarım...

Selam :-)

Bugün Selin'i dershaneye bıraktıktan sonra Altunizade'den eve kadar yürüdüm yaklaşık 40 dakika. O kadar özlemişim ki sonbaharın serin dokunuşunun yüzümde ve saçlarımın arasında gezinişini, arınıverdim yaşımdan ve yaşamımdan..sadece anın tadını çıkarttım doyasıya.

Hani tam da Nazım Hikmet'likti ruh halim:

...
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım...

Eve geldiğimde çocuklarımın okuldan geldiklerinde mutlu olacakları bir yuva için birşeyler yapmaya çalıştım. Tereyağlı pilavın pişerkenki misss gibi kokusuna et sote eşlik etsin dedim. Her tarafı derledim topladım sonra cama çıkıp gelişlerini beklemeye başladım. Gökyüzü yine griydi ve kış geliyor dercesine erkenden kararıyordu hava. Huzurdu içime çektiğim ; sonbaharı sevdiğimi düşündüm.


Sararmasaydı yapraklar, bitmesi gereken bitmese gelir mi hiç ilkbahar...ilkbaharı sevenin sonbahardan nefret etmesi mümkün mü? Yere düşen her yaprak hüznünü taşırken tüm mağrurluğuyla ardından gelecek tomurcuğa ,yeniden başlamaya,yaşamın devinimine sevinmez mi içten içe?


Serin havayı içime çektim bir kez daha. Dudaklarımda varlığını özlediğim tebessümümün geri gelmesinden doğan keyif çocuklarımın ödevleri ile minik kanatlarını çırparak eve girişleri,her şeyin ama her şeyin ancak hayal edebileceğim kadar sıradan olabilmesinin lüksü..şükrettim tüm gönlümle Allah'a. Şükrettim bana verdiklerine ve çok istediğim halde vermediklerine. Zaman o kadar haklı çıkarttı ki bana verilmeyenin veya benden alınanın benim iyiliğime oluşunu. Sonucunu hemen görmesem de eminim artık şükrün gereğine.

Sonra hiç beklemediğim bir yerden iş teklifi aldım.Sonra sohbetini , tanıdığım bir milyon insanın sohbetine yeğ tuttuğum biriyle uzun zaman üzerine 1 saate yakın sohbet ettim. Saygı ve iyi dilekler sabahın tazecik çiy damlaları misali doldu gönlüme; onu karşıma çıkartan hayatın sevilmeye değerliğini bir kez daha takdir ettim.

Sonra Üsküdar'da sedir ağacının altında içilen kahvenin keyfi bir kez daha girdi aklıma..yinelemeye karar verdim
Sonra ne dağınık ne birbirinden bağımsız parçaların bütünü oluşturduğu bir günü yaşadığımı düşündüm
Sonra, nadiren de olsa hissettiğim "bugün İstanbul güzeldi" duygusu doldu içime
Ve sonra , bu kez de Ümit Yaşar'ın şiirinden mısralar geldi aklıma:

...
istanbul bulut bulut sevdiğim
kimi beyaz mı beyaz
ince, tül gibi
kimi katran misali kara
bulutları da insanlarına benzer istanbulun
inanma sevdiğim, inanma bulutlara

istanbul yağmur yağmur sevdiğim
kah ince ince
kah bardaktan boşanırcasına
hele bir yağmur yağmaya görsün
ölürcesine yaşanır bu şehirde sevdiğim
ve yaşanırcasına ölünür


Camı kapatıp içeri girdim. İstanbul dışarıda, çocuklarım ile yaşamayı sevdiğim hayat içeride kaldı.

31 Ekim 2013 Perşembe

Ah Belinda'msı...

Uyandım;gözüm kapalı,hava kapalı,ruhum kapalı,ufkum kapalı...
"ayyhhhh bu ne!" diye çığlığı bastı içimdeki aklı başındaki ben'lerden biri
"sus" dedi öteki benlerden küskünce olanı "işsiz ve gönlü yorgunlardanız bugün"..
Tekrar uykuya daldım , kaçmak da çözüm bazen diyerek .

Uyandığımda yapış yapış, ağdalı bir hiçlik yapışmıştı üstüme
Bir beden büyük geldi..kaldıramadım
Kızılderililerin reçetelerinde de var mıydı "hiçliğe çare" bilmem ama İstanbul'da bir başına yaşayınca insan kendi reçetelerini oluşturuyor.

Sokak, kanser dahil her derde deva. Bir banyo alıp arınmalı, suyun akıcılığında ruha ivme kazandırmalı ve kendine gelmeli dedim içimdeki ben'lerin bitmek bilmeyen mırıltılarını bastıracak kadar yüksek sesle. Sonra gökyüzünün kurşuniliğine daldı gözlerim..tekrar uyuyakaldım. Uyandığımda batan gemiden kaçarcasına banyoya attım kendimi zorla,sonra da nereye gideceğime dair en ufak fikrim olmadan sokağa zıpladım. Aman ne iyi etmişim, ne doğru reçete bu "sokak her derde devadır". Şöyle bir dolandım, para çektim,ekmek aldım,askıda ekmek için 3-5 birşey bıraktım gönlüm tazelenmiş,yaralarım iyileşmediyse de acısını savmış halde eve döndüm.

Ah Belinda,beni izlediğim yıllarda da çok etkileyen bir filmdi Truman Show gibi..kim bazen bu hisse kapılmaz ki?Tüm gerçekliklerin hayal olmasından kaynaklanan bir şaşkınlık ve yabancılık alıp götürmez mi bazen sizleri de?Kendimi dışarıdan izliyormuşum, tüm bu saçmalıklar benim değil de başkasının başına geliyormuş hissiyle yaşadığım kötü şeylere acı çekerek değil hüzünle bakmak bana ait olan. Serap'ken Naciye olmaya zorlanmak değil mi bugün yaşadıklarım sanki? Filmi ilk izlediğim yıllarda günlerce "ya böyle bir şey gerçek olsa ne yapar, nasıl çıkış yolu bulurdum" diye düşünüp durmuştum.Bugün ise kabusun gerçekleşmesi değil de nedir yaşanan?

Düşünen,üreten,seven,deneyen,yeni ufuklara yeni fikirlere yeni başlangıçlara açık;öfkesini de aşkını da sevgisini de üzüntüsünü de tereddütünü de ölçülü ama açık yaşamaya alışmış bir insanken hepsinin üzerine bir örtü çekmek zorunda kalmak hoş mu? Şimdi kendi başına geleceklerden korkmayı bıraksa bile insan en yakınının başını derde sokmaktan korktuğu için öfkesini,"hayır"ını,hayrını saklamak zorunda kalmıyor mu "ötekilerden" ise...Çok güçlü değilse, çok alternatifi yoksa kaç kişi Serap kalabiliyor kaç kişi Naciye olmaya direnebiliyor? Peki sonrası ne olacak diye düşünmemek elde mi?İşte tam  burada, tıpkı filmdeki gibi "Asiye Nasıl Kurtulur"a bağlıyoruz meseleyi.

Ah Belinda filmdi kabusum oldu bir dönem şimdi ise gerçeğe dönüştü.Bugün bir kez daha izledim filmi ve düşündüm.

Yaşanan ne olursa olsun bir çıkış yolu daima var, yeter ki olan nedir analizi doğru yapılıp kabullenilsin ve strateji ona göre belirlensin. Biz ondan  vazgeçemedikçe hayat da bizden vazgeçmiyor hiç bir zaman.

Yarın yeni ve güzel bir gün olacak..

Başlangıcında biraz hava boşluğunda sarsılsam da bugünü gülümseyerek yaşamaya devam etmek de benim mutlu edecek.

Mina Urgan'ın da dediği gibi "iyi ihtiyarlamak için yiğit olmak gerek"


18 Ekim 2013 Cuma

Çıplak Ayaklı Kontes

"Ayakkabım yok diye üzülüyordum, baktım karşımdakinin ayakları yok" felsefesini hiç bir zaman sevmedim ben. Beri yandan baktığınızda ayakkabı odası olan insanlar da var. İnsan teselliyi umutta ;ama boş hayalde değil "umutta" bulmalı. Ayakkabısı yoksa beterin beteri var diye tembel teselliler edinmek yerine ayakkabısının neden olmadığını düşünüp ,ayakkabı edinmek için ne yapabileceğine bakmalı.

Zor zamanların bunaltıcı labirentlerinde kaldığımda günlüklerimi okumayı öğrendim.Yaşam, görebildiğimizde kendi başına nasihat zaten. Kendimi çok üzgün, çok berbat, çok çaresiz hissettiğim zamanlarda 19 yaşında bir genç kızın satırlarında teselli bulabilmek çok garip. Üniversitenin ilk yıllarında Trabzon'dan İstanbul'a geldiğimde yaşadığım ikilemler, aile özlemi,gelecek endişesi,parasızlık,yurt hayatı,ilk iş deneyimleri, aşk acısı, hastalık, dost kazıkları, işsizlik....unuttuğum yüzlerce ayrıntıda mevcut gözbebeklerimde saklı gülüşlerimin ya da temkinli adımlarımın,kolay vazgeçişlerimin sırları. Ta o zamanlarda o yaşlarda o zor koşullarda yenmişim zorlukları şimdi neden olmasın deyiveriyor insan kendine.Yeniden başlamak için ayağa kalkmak bir yıkılış değil diriliş halini alıveriyor.





































Yeniden başlamak...eskiye ait çok sevdiklerinizi de satırlarınızdan silmek anlamını taşıdığında zor bir şey gerçekten."Geç buldum çabuk kaybettim" oluveriyor ne yazık ki şarkılar ,en sevdiklerinizden olup bunu asla söyleyemediklerinizin bir kısmına. Doğduğunuz coğrafya ne çok şeyin belirleyicisi oluyor diye düşünmeye başlıyorsunuz bir süre sonra yasakların yazılı olmayanları sizi kuşatmaya başladığında. Özlemler, anılar daha sizin için tazeliğini ve değerini yitirmeden ana yoldan ayrılıp sizi çağıran patikaya sapmak ve yeni yollara bir başınıza ; hüznün, özgürlüğün neşesine karışmasına alışarak yürüyorsunuz.

İnsanı mutlu eden şey, ihtiyaçları ile varlıkları arasında bir denge bulmasıdır. Bütün sorun , bu dengenin nasıl sağlanacağı.İnsan bunu, belki varlıklarını yükseltip ihtiyaçlarının düzeyine çıkartmakla yapabilir.Ama bu budalalık olur. Bunu yapmak, arada bir sürü doğa dışı şeyler yapmayı gerektirir. Pazarlık etmek gibi, çalışmak gibi, çabalamak gibi. Öyleyse? Öyleyse akıllı bir adam dengeyi, ihtiyaçlarını azaltarak yani onları varlıklarının düzeyine indirerek sağlar. Bunu yapmanın en iyi yolu, bedava olan şeylerin değerini bilmektir. (ŞİBUMİ/ Trevenian)



Aslında, şaşırtsa hayat beni diyor insan bazen. Kendiliğinden yoluna girse her şey, durduk yere bir sürü güzel sürpriz olsa, adaletin varlığı yetecek her şeyin iyiye doğru seyralmasına ama ne yazık ki ülkemde adaletin rıhtımdan gidişini izlediğim ve ufukta gittikçe küçülen bir gemiden farkı kalmadı artık. Güzel olan bir çok şey gibi o da geride kalmışa benzer...

Umut etmek adaleti bile ,vazgeçmeden..pes etmeden..
Ayakkabım yok haline gelmişsek bile gerekirse yalınayak koşmak umutların gerçeklere dönüşmesi, gerçeklerin hayallerimizden bile güzel olabilmesi için.