doktor etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
doktor etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Haziran 2022 Salı

Cüneyt Arkın ve Ben ve Az Bilinenleri ve Hayatı






TRT'de çalıştığım dönemde bir çok ünlü isimle karşılaşma-birlikte çalışma fırsatı buldum.

Cüneyt ARKIN , unutamadıklarımdan ve severek andıklarımdan biriydi.

Ünlü isimlerin bir çoğunu uzaktan sevmek iyi..kaprisleri ya da çiğ kişilikleri kocaman hayal kırıklığı yaratıyor. Hayallerinizi yerle bir etmeleri bir kaç dakikalarını alıyor.


Sanatçı denilebilecek ünlü kişilerde ise bunu pek görmedim. Cüneyt Arkın makyaj odasında iken sözleşmeyi imzalatmak için yanına gittim. 

Tartışılmaz, sarsıcı derecede yakışıklı bir adamdı.

Yine de tecrübelerden dolayı yoğurdu üfleyerek yemeye kararlı, resmi bir tavırla sözleşmeyi sundum ve imzalaması gereken yerleri gösterdim.

İmzalamadı. Bekledim. Sonra bakışlarımı yerden kaldırıp yüzüne baktım neler olduğunu anlayabilmek için.

Bana bakıyordu gülümseyerek.

"Biliyor musun " dedi. "Hep böyle iyiliğin her çizgisine sindiği gülüşleri olan birini  görmek istedim. İnsanı çok rahatlatan bir halin var."

Erimiş, muhallebi kıvamını almıştım. Yine de temkinli temkinli "sağolun" dedim kısaca.

"Seni tanımak isterdim, böyle bir zamanda hala temiz kalmış üstelik iyi  ve nazik olmaya çabalayan kaç kişi kaldı? Ben senden imza rica ediyorum"

Haydaaaa...dalga geçiyor benle diye düşündüm.

"Sen bu zarfın üstünü imzala, ben de sözleşmeyi imzalayayım. Seni hatırlamak isterim"

Asla saygısız, asla yılışık,asla dalgacı değildi.  Mesafemi görmüş, mesafeyi muhafaza ederek sohbete devam ediyordu. saygılı ve mütevazı.

Sonradan çok düşündüm bunu neden yaptığını. 

Canımdan bezecek kadar yorgun, belki ürkek ve hakikatten o çevreye çok uymayan bir genç çocuk görmüş, nezaketi ve iyi yüreği ile ona dokunmaya çalışmıştı. Umursamıştı yani.

Bence o harika bir insandı.

Atatürk'e verdiği değeri ve muhalif duruşunu dengesini hiç yitirmeden ama geri adım da atmadan ortaya koydu.

Sanat dünyasının bence en parlak yıldızlarından biriydi.James Bond olmayı reddettiğini biliyor musunuz?Onun yerine de Roger Moore’u James Bond yaptılar...inanılmaz değil mi?

Bir sansasyon ya da adının "saray soytarısı" gibi kullanılması asla mevzubahis olmadı.

Şapka çıkartıyorum adına...Nurlar, ışıklar, iyi olan her şey onunla olsun.


Cüneyt Arkın veya gerçek adıyla Fahrettin Cüreklibatır(8 Eylül 1937 - 28 Haziran 2022Eskişehir’de, iki odalı kerpiç bir gecekonduda başladı yaşam macerasınaTürk sinema oyuncusu, senarist, yapımcı, yönetmen ve doktor.Lise öğrenimini Eskişehir Atatürk Lisesinde gördü. Buradaki sınıf arkadaşlarından birisi Yılmaz Büyükerşen'di. 1961 yılında İstanbul Tıp Fakültesinden mezun oldu.

Sülalesi Tatar soyundan; Kırım’dan gelmişler. Babası da İstiklal Savaşı gazisiymiş. "Öyle zamanlar olurdu ki ablalarım, anam, babam toprağı kazardı, bulduğumuz acı kökleri yerdik. Açlık onursuz bir şeydir, insanı insanlıktan çıkarır. Uzun yıllar, bu onursuzluğun sefaleti ile yaşadım. Üstüm başım hep hayvan ve ekşi küspe koktuğundan diğer çocuklar benden uzak dururdu" diye anlatır çocukluk yıllarını. 13 kardeşten 3 tanesi kalmış hayatta.

Fakülte yıllarında da hep çalışmış. İstanbul’da Tıp Fakültesi’nde okurken ilk iki yılını Sirkeci’de bir otel odasını iki inşaat işçisiyle paylaşarak geçirmiş. Ders zamanı okula gider, kalan zamanda da onlarla inşaatlarda çalışırmış.

* Bir yanda anatomi dersi, öte yanda inşaat işçiliği..

Çalışmaktan, yakışıklı olup olmadığının farkında bile değilmiş. Üniversite son sınıfta bir kız gelip, “Gözlerin ne güzel öyle yeşil yeşil” deyince, hayatımda ilk kez bir aynaya bakmış, ... Ancak o zaman, 23 yaşında fark etmiş gözlerinin rengimi.

 Bir defasında beraber olduğu kadının iç çamaşırlarına iğrenek bakmasını hiç unutamamış.Yamalı da, kirli değilmiş. Annesi Sümerbank pazarından alıp kendi elleriyle dikmiş  çamaşırını. Ama çivitle o kadar çok yıkamış ki kirli gibi duruyormuş. O gün ceketini satıp iç çamaşırı almış kendime. Bu olay nasıl içine işlemişse, şöhret olduktan sonra durmadan atlet, külot alıyormuş. 

İran prensesinin aşkını sunduğu ve onun için bileklerini kestiğini de Cüneyt Arkın'ın eşi dile getiriyor.

Sinema kariyeri


Memleketi Eskişehir'de, yedek subay olarak askerliğini yaparken, Göksel Arsoy'un başrol oynadığı Şafak Bekçileri (1963) filminin çekimleri sırasında yönetmen Halit Refiğ'in dikkatini çekti. Askerliğini bitirdikten sonra Adana ve civarında doktorluk yaptı. 1963 yılında Artist dergisinin yarışmasında birinci oldu. Bir süre iş arayan Cüneyt Arkın, 1963'te Halit Refiğ'in teklifiyle sinema oyunculuğuna başladı ve 2 yıl içinde en az 30 film çevirdi.

Türkiye'de ilk menajer ile çalışan sanatçı kendisidir.

1964 yılında oynadığı Gurbet Kuşları filminin finalindeki kavga sahnesi, Arkın'ın kariyerinde bir kırılma noktası oldu. Bir süre daha duygusal-romantik jön karakterlerini canlandırdıktan sonra yine Halit Refiğ'in önerisiyle aksiyon filmlerine yöneldi. Bu dönemde İstanbul'a gelen Medrano Sirki'nde altı ay süreyle akrobasi eğitimi aldı. Burada öğrendiklerini Malkoçoğlu ve Battalgazi serilerinde beyaz perdeye aktararak, Türk sinemasına daha önce hiç örneği olmayan bir tarz getirdi. Kısa sürede avantür filmlerin en aranan oyuncusu haline geldi. Romantik jön filmlerle başladığı sinema yaşantısını hareketli filmlerle sürdürse de hemen her karakter role de can verdi. Kariyeri boyunca westernden komediye, macera filmlerinden toplumsal filmlere değişik türlerde filmler çekti. Özellikle Maden (1978) ve Vatandaş Rıza (1979) filmleri, Cüneyt Arkın'ın kariyerinde özel bir yer kaplar.

12 Mart dönemi sırasında, 4. Altın Koza Film Festivali'nde (1972) jürinin ilk oylamasında Yılmaz Güney'i Baba filmindeki rolüyle en iyi erkek oyuncu seçilmesine rağmen daha sonra siyasi baskılarla Yılmaz Güney'in yerine, ilk oylamada Yaralı Kurt filmindeki performansıyla ikinci olan Cüneyt Arkın'ı en iyi erkek oyuncu seçti. Bu karara tepki gösteren Arkın ödülü reddetti.

Cüneyt Arkın sinemasına ayrı bir renk getiren, yönetmenliğini Çetin İnanç'ın yaptığı 1982 tarihli Dünyayı Kurtaran Adam zamanla bir kült film haline geldi. 1980'li yıllarda Ölüm Savaşçısı, Kavga, Sürgündeki Adam ve İki Başlı Dev gibi aksiyon filmlerinden sonra, 1990'lı yıllarda da polisiye dizilere yöneldi.

Çok sevdiği ve uğruna felç kalma tehlikesi geçirdiği filmleri için sirklere gidip dersler aldı.Medrano Sirki’nde bir yıl geceleri çalışıp at numaraları öğrendi, altı yıl karate çalıştı. Siyah kuşak sahibi.Her filminde mutlaka dublaj olmasına rağmen çok azında dublör kullandı.


Türkan Şoray'ın  sinema hayatında özel bir yeri var tabii. Onunla anısını şöyle anlatıyor:

“SAKIN TÜRKAN’IN GÖZLERİNE BAKMA, ÖLÜRSÜN” DEDİLER

* Filmlerde Türkan Şoray’la unutulmaz bir ikili oluşturmuştunuz...
- Onunla ilk filmimi çekerken “Sakın gözlerine bakma ölürsün” dediler. Kim gencecik yaşta ölmek ister ki? Karşılıklı ilk sahnemizde bu lafı çıkaramıyorum aklımdan. Kulaklarına, alnına, çenesine falan bakıyordum hep repliklerimi söylerken. Türkan nezaketten susuyor ama ben bir türlü istenen oyunculuğu veremiyordum. Sonunda “Ölürsem öleyim” diye isyan ettim ve baktım gözlerine.
* Şimşekler çaktı mı?
- Gözler göz değil gözistandı, memleket türküsüydü. Türkan o kadar alçakgönüllüdür ki, çocuk gibi darılır, çocuk gibi sevinir. Çok büyük aşk filmleri çektik birlikte. Genç kadınlar, delikanlılar özel hayatlarında bizim gibi sevip, bizim gibi aşık oluyorlardı.
* Şoray kanunlarının geçerli olduğu günlerden bahsediyorsunuz.
- Tabii... Türkan öpüşmezdi. Bir gün köyde film çekiyorum. Delikanlının biri yaklaştı yanıma, “Cüneyt Abi bütün filmlerini seyrettik, Türkan Şoray’dan 20’ye yakın çocuğun oldu. Bir kere bile öpmeden nereden çıktı bu kadar çocuk?” demez mi!


Cüneyt Arkın, at binmede ve karatede uzman sporcu unvanına sahiptir.Oyunculuğun yanı sıra televizyon izlenceleri sunmuş ve kısa bir süre gazetelerde sağlıkla ilgili köşe yazarlığı da yapmıştır. 2009 yılında omurgasındaki sinir sıkışmasından dolayı yaklaşık üç ay hastanede tedavi gördü.


Özel hayatı


Cüneyt Arkın ilk evliliğini 1964 yılında kendisi gibi doktor olan Güler Mocan ile yaptı. 1966 yılında kızları Filiz doğdu. 1968 yılında boşandıktan bir yıl sonra Betül (Işıl) Cüreklibatur ile evlenen Cüneyt Arkın'ın,bu evlilikten de Kaan ve Murat adlarında iki çocuğu vardır. Kızı bir şirkette genel müdürlük yapan Arkın'ın oğullarından Murat da dizilerde oyunculuk yapmaktadır. Bir dönem alkolizm tedavisi görmüş olan Arkın, alkol, uyuşturucu ve gençliğin sorunları konulu sayısız konferans vermiş, bunlarla ilgili teşekkür beratları ve onur ödülleri almıştır.

Siyasi yaşamı


Türk milliyetçisi kimliğiyle bilinen Cüneyt Arkın 2002 Genel Seçimlerinde Anavatan Partisi'nden Eskişehir milletvekili adayı olması için Mesut Yılmaz tarafından teklif götürüldü. Sonraki yıllarda ise İşçi Partisi adına düzenlenen ve bir grup bilim adamı, aydın ve sanatçının katıldığı "İşçi Partisi Hükümeti’nde Göreve Hazırız" kampanyasına katılarak, yeniden siyaset sahnesinde adını duyurdu.

Fark ettim ki   günün şarkısını belirleyip ona ithaf etmemişim. Gözlerine vurgun olduğu Türkan Şoray ile paylaştığı filmden geliyor günün şarkısı : Arım Balım Peteğim





1 Mart 2021 Pazartesi

TOM MİKS - ÇİZGİ ROMAN KAHRAMANLARI-1

 



Tommiks 1955 yılından beri Türkiye'de yayınlanan ve kardeş yayın olan Teksas ile birlikte çocuklar ve gençler arasında çok büyük ilgi görmüş İtalyan yapımı bir çizgi roman. Bu romana olan ilgi o dereceye varmış ki Türkiye'de bütün çizgi romanlar Teksas-Tommiks adıyla anılmaya başlanmış.

Teknoloji ile fakirleşmemiş çocuklukluğumuzun hayal kahramanları onlar.

Trabzon-Sotka'daki evimizde , pamuğu-yünü güneşli günlerde dökülüp kabartılan, gündüz oturma yeri akşam yatak divanımızın yorgancıya diktirilmiş örtüsüne güneş  vurunca başka güzel olurdu orada uzanmak.O divanın yerlere kadar uzanan büzgülü örtüsü, iğneci geldiğinde ya da saklambaç oyununda eşsiz bir saklanma alanı yaratırdı bana. Annem 3 çocuğu olmasına karşın toz havadan yere inmeden yakalar ve evi daima tertemiz tutardı.Çocukluğuma dair en net hatırlarım hep sabun kokulu temiz günlerle dolu.

3. ve en küçük üstelik cılız/çelimsiz bir çocuk olmamdan herhalde bana kimse pek ilişmezdi.Güneşte ılımış divanın üzerine uzanır ve Tommiks'in okunmaktan kenarları kıvrılmış kitaplarını yanıma dizer, tekrar tekrar okurdum büyük bir keyifle.Animeler yoktu, seslendirme ve canlandırma kesinlikle sizin zihninizin sonsuz yaratıcılığına kalmıştı. Çizgi romanlar o zamanlar siyah-beyazdı. Sonradan renklendirildi.Bu anlamda teknolojiyi "yaratıcılığı kısıtlayan" olarak görüyorum.

Tommiks çizgi romanı 1951 yılında İtalya'nın EsseGesse çizim-stüdyosu tarafındangeliştirilmiş ve Capitan Miki adı altında 16 yıl süreyle çizilmeye devam etmiş. EsseGesse stüdyoları, ismini kurucuları olan üç çizerin soyadlarından almış : Giovanni Sinchetto, Dario Guzzon ve Pietro Sartoris (S.G.S)

Yüzbaşı Tommiks (Capitan Miki) 1835 ve 1840 yılları arasında Amerika'da yaşayan 15 yaşında bir korucu aslında. Ailesini hiç tanımamış.Yasa dışılığın  başını alıp gittiği o dönemde  Tommiks Nevada'nın göbeğindeki Kulver (Coulver) Kalesi civarında düzeni sağlamakla görevlendirilmiş . En az Tommiks kadar hastası olduğumuz iki karakter pardon İki alkolik karakter, Konyakçı (Doppio) ve Doktor (Salasso), her macerasında ona eşlik eder. Konyakçı'ya ayrı bir hasta olursunuz okurken. Bu ikili, bir yandan kendilerini sürekli komik olayların göbeğinde bulurken; diğer yandan da arkadaşları Miki'nin yardımına koşmaktan geri kalmazlar. Hepsinin ortak düşmanı da koruculardan intikam alma hevesiyle her seferinde yeniden karşılarına çıkan kılık değiştirme şampiyonu Binbir Surat'tır (Magic Face).

Konu ülkemiz olunca en az Disneyland kadar saçma ve "gerçek değil di mi" dedirte ayrıtılar karşımıza çıkabiliyor. Özgün adı "Capitan Miki" olan ve 1951 yılından beri İtalya'da, 1955'ten beri de Türkiye'de yayımlanmakta olan popüler çizgi roman "Tommiks" hiçbir politik altmetin içermemesine rağmen 1961 yılında Türkiye'de yasaklanmış. Yasaklanma gerekçesi 'çocukların aklını çeleceği' endişesine dayandırılmış. O tarihten sonra da defalarca yeni baskılarının yapılmış olması, hatta bazı gazeteler tarafından uzunca bir süre promosyon şeklinde dağıtılmış olması bu yasağın çok sıkı takip edilmemiş olduğunu düşündürüyor. Yasağın sadece 1961 tarihli belirli bir sayı için uygulanıp uygulanmamış olduğu da pek açık değilmiş Nihayet “Üçüncü Yargı Paketi” kapsamında 5 Ocak 2013’ten geçerli olmak üzere diğer 453 kitapla birlikte Tommiks'in yasağı da kalkmış oldu. 

Yine de Şeker Portakalı'nın"Zeze Portekizlinin arabasına biniyor çocuklara kötü örnek oluyo" diye yasaklanmasını geçemez benim nezdimde bu ..onu  da söylemiş olayım.

Bir de Suzi'miz vardı. Tommik ona aşıktı ve Suzi komutanlardan birinin kızıydı. 

Her çocuk okuduğu romanda ya da izlediği filmde bir kahramanla özdeşleştirir kendisini. Benim Suzi yerine Konyakçı ile özdeşleşmem bugünkü yetişkin aklımda çocuk Kadriye'ye çok gülmeme neden oluyor.Komik bir kızmışım vallahi.

Aşk var,heyecan var, o var bu var ama ihanet yok bu çizgi romanda. Kalplere kötülük tohumu  ekilmeyen, kötülüğü normalleştirmeyen bir zihniyet var. Belki de o yüzden bizim jenerasyon böyle...

Tommiks sinemaya da konu olmuş.1969'da Kayahan Arıkan'ın senaryosunu yazıp yönetmenliğini yaptığı "Maskeli Süvari Tom Miks'e Karşı " çekilmiş.

Kadıköy'de bir pasajda meraklıları için satışları halen sürüyor.

Tommiks benim en iyi arkadaşlarımdan biriydi hayal dünyamda. Ama "en" kahramanım o değildi :-)

Çizgi Roman Kahramanları ve 80'li yıllarda çocuk olmakla harmanlanmış anlatımlar devam edecek.

Siz de , sizdeki anıları ve bıraktıkları izlerini anlatırsanız ne sevinirim ne sevinirim..

28 Şubat 2021 Pazar

Baygın Bakışlarına Kurban Olduğum Doktor

 








Nehir "anne karnım ağrıyor" dedi.

"Ayaklarına çorap giymedin mi yine sen" dedim yüzyıllarca annelik genlerinin aktarımını dile getirip.

Sonra kustu.

Normal görünse de akış, örümcek adamdan hallice  olan annelik güdülerim alarma geçti ve Özer ile birlikte Nehir'i Haydarpaşa Numune Hastane'sine götürdük bir koşu.

17 yaşında olduğu için çocuk servisine gitmemiz gerekiyormuş.

Çocuk servisine gittik.

İnanılmaz nazik ve iyi insanlardı bizimle ilgilenenler.Sırf onların hatırına ve pandemi döneminde ne kadar perişan olduklarını bildiğimden ,ayakkabılarının "hepsini" kapısının önünde apartman ahalisinin koklaması içinbırakan sağlık görevlisi çocuklara sesimi çıkartmıyorum. Normalde o kapılarının önündeki bot ve ayakkabı deryasını fakir fukaraya dağıtır çıplak ayak bırakırdım onları uyarılara rağmen sürdürdükleri bu iğrençlikleri için.

Neyyyse...

Nehir'e karın ultrasonu çekildi ve kan tahlili  yapıldı.Toografiye karar kılınmıştı ki Zeynep Kamil Hastanesindeki  çocuk cerrahıyla yaptıkları görüşme sebebiyle serum bile bağlayamadan apar topar o hastaneye yolladılar bizi.

Yıllar önce okumuştum bir yerlerde : avukatın genci doktorun yaşlısı makbulmüş.Doktor yeniden kan tahlili aldı. Ufak tefek , çizgi film karakterine benzeyen, iddiasız görüntüsüne tezat  zeki ve sakin gözleri olan doktora  göz hapsine almış olmalıyım ki sakin bir sesle "sakin ol annesi" dedi.


Hahaha ..sen dersin de ben olamam doktorr...kontrollü sakin dururum da sakin olamam işte. 

Kan tahlili sonuçlarına baktı. Nehir'e "parmak ucunda kalk" dedi. Sonra da" bırak kendini yere bas" dedi. Sonra bana döndü ve" ameliyata alıyoruz " dedi.

Baygın bakışlarına kurban olduğum doktor. ..öldür beni!Di mi?

"Tomografi çekeceklerdi öteki hastanedeki doktorlar..siz de bir baksanız o şekilde emin olsak hocam" dedim saygısızlığımı farkında olup hitap ile üstünü örtmeye çalışarak.

Çizgi film karakteri hızıyla  döndü bana ve az sonra uyuyacakmış gibi kapalı göz kapaklarının ardından ciddi,sakin baktı yüzüme. "Ben teşhisimden eminim. Ne diye çocuğa o kadar  radyasyon yükleyeceksiniz? 130 röntgen çekilmiş gibi radyasyon...gerek yok" dedi. Sonra sabır ve öfkeyle karışık "ben eminim de sen emin değilsen al götür çocuğu fenalaşırsa gelirsiniz derdim ama..riske atmak istemiyorum annesi" dedi.

Bir saat içinde Nehir ameliyat oldu. Apandisit ameliyatı başarıyla sonuçlandı.

. Ameliyat öncesi giydirdikleri  siyah ameliyat elbisesi ile ablasına ve babasına yolladığımız komik fotoğraflar elimde bakakaldım ameliyathane kapısından geçerken korkudan kocaman olmuş gözleri ile bana el sallayan kızıma.

Yine yapayalnız hissettim kendimi.

Odaya gidip içine bir kaç yıl sığdırmış oldukları birbuçuk saati beklemeye koyuldum.

Gerçekten çok yalnız hissediyordum.İçimde Uçan Hollandalı'nın hayalet gemisini yüzdürdüğü karanlık koca bir okyanus vardı.

Sonra  Nehir odaya getirildi. Apandisit sırta doğru gittiği için laparoskopi ile değil açık ameliyat ile almışlar . "Başardım" dedi bana bakıp. Çok korktuğunu görebiliyordum. Hemşire "çok cesurdun" dedi sağlam bir ciddiyetle. O an idrak ettim ki, kızım 17 yaşında da olsa bir çocuğa seslendiği gibi sevecen ve sakin, moral verici ve müşfik davranılmasına ihtiyacı vardı ve bu yüzden 18 yaş altı insanlar yine de çocuk servisinde olmalıydı. Erken büyütmenin manası yok çocukları di mi? Ne çocuk ne genç..hem çocuk hem genç. Ne zor yaşlar hem yaşayan hem birlikte yaşayan için. Karmaşık ama özel, zor ve güzel.

Bizim doktor geldi ,Nehir ile gülerek ,sakin ve ciddi ilgilendi. Sonra yine sakince bana dönüp" sakin ol annesi " dedi.

Şimdi şu var. Ben zaten yapı olarak sakin bir insanım; iş ki biri çocuklarıma ilişmesin. Davranışlarım da sakin ve kontrollüdür her zaman, hatta o zaman bile. Ama o, tecrübeli gözleri ile içimdeki deli gömleği giymiş debelenen anneyi görebiliyordu.

Doktora şapka çıkardım.Saygın ve mesafeli tavrına ayrı, Nehir'im için yaptıklarına ayrı.

İki gece kaldık hastenede. Diğer detaylar şimdi lüzumsuz geliyor bana. Ayrılırken  Nehir "şu battaniyeyi satın alsak da eve götürsek" dedi, ona çok güldüm sadece. Kerameet battabiyede değil, yorgun bedeninin ihtiyaç duyduğu huzurlu uykudaydı , o yüzden çok güzel uyudun" diyecektim ama sustum.

50'li yaşlarımda ancak öğrenebilmişim susmayı. İlla doğrusunu söylemek ne gereksiz şeymiş. Bırak, bazı şeyler hayalindeki gibi kalsın insanların. Bırak, hayat herkesin ruhunda kendi şekli ile yer alsın.

Hala öğrenmeye çalışmak, "ben böyleyim n'apim" demeden hayatla birlikte evrilmeye devam etmek..bu da benim ailemden gelen eğitimle edindiğim şans olsa gerek. Hamdolsun.

18 Kasım 2016 Cuma

5 "R"li

Öyle böyle yakışıklı diye tarif edemezdiniz onu
Erkek denilemezdi öyle  herkese denildiği gibi. En az 5 "r" daha eklemek ve errrrrrkek diye tabir etmek lazımdı.

Gür ve yumuşak görünümlü John Trovolta saçları tek başına yeterdi zaten. Arada kocaman sol eliyle saçlarını arkaya attığında üniversitenin kantinindeki tüm kızlar rüzgar yemiş başak tarlası gibi o saçlarla kendilerini şöyle bir arkaya atarlardı ellerinde olmadan.

Omuzlar zaten helikopter pisti idi mübarek. Üzerine konut inşa et belde kur hani öyle genişti ve düzgündü. Ama asıl üçgen ve tek gram yağ bulunmayan vücüdun daracık kalçaların sonrasındaki o uzuun , upuuzun bacaklarla attığı aldırmaz uzun adımlar var ya. Allah'ım sana geliyordum diye nara attırırdı pek çoğuna.

Benden çok üst sınıftaydı. Haddim olmayacağını  bildiğim için  meyil bile etmedim adama doğallıyla. hani bir karış bişiyim zaten, önünde zıplasam beni yine görmez adam. Görse kısacık kesili saçlarım ve saf bakan  gözlerime acıyıp başımı filan okşar belki. Bir karış da olsam gururum var benim, hiiiç bulaşmadım öyle bişiye ama gözlerim o her kantine girdiğinde  yörüngeye girmiş diğer  dişi canlı türü gibi onu izliyordu gayet doğal olarak.


Hele bir sigara içişi vardı.Tek nefeste yarısını götürdüğü marlboronun çıtırtısında köze dönüşen kaç kalp vardı çevrede gözünüzle görebilirdiniz.

Hep tek takılıyordu.
Allah'ım nasıl cool bir errrrrrkek diyorduk hepimiz. Gülümsediğini bile görmemiştik. Yanında bir tek kişi olurdu zaman zaman, o da bundan beter, yakışıklılar sınıfı başkanı lakabı Doktor olan ama herkesi hasta eden abiydi yani. Onunla da fısır fısır konuşurlar, Doktor  esmer teninde iyice kusursuzlaşan muhteşem kar beyazı  dişlerini göstererek Kadir İnanır ile Tarık Akan'a beş basan sakin erkeksi kahkahalar atardı. Ama "bu" gülümserdi sadece. Doktor ise onun gülmemesine daha çok gülerdi. Sonra biz eriyip bittiğimiz için sıvı halden katı hale geçebilmek umuduyla harcadığımız derin çabalar sonrasında derse girmek için kantinden ayrılırdık.

Okula her zaman gelmezdi, uzun zaman görülmediği de olurdu ama geldiğinde herkes bunu bilirdi. Çok çaresizdi durum çoook.


Çok kızlar gördüm pervane gibi ona çekilen. En güzeli, en maceraperesti,en seksisi,en masumu, en  melankoligi, bacakları en uzunu, en kırmızı rujlusu, en inatçısı. Ama hiç birine başını kaldırıp cevap vermezdi. Bu da onu hepten efsane yaptı.

Bir gün, yanında kaldığım dayımlara kızgın ve küskün olduğum için kar yağışına aldırmadan sabahın esselatında hoca amin amin demeden yollara düştüm ve gidecek yerim olmadığı için okula gittim. Kantindeki abinin "kız sen sokak kedisi gibi bu saatte burada ne arıyorsun" bakışı gururumu incittiği için en dip köşeye çekildim ve henüz ısınmamış okul sokaktan da soğuk olduğu için beremi gözlerime kadar indirip paltomun yakasını kaldırabildiğim kadar kaldırdım. Uzaktan bakıldığında kantinde bırakılmış paltoların arasında bir palto gibi görünüyor olduğumu biliyordum ama kırık gururum ve öfke dolu kalbimle boğuştuğum için çok da umurum değildi.

Derken içeri o girdi. 5 r'li erkek.Aman Allah'ımdı. Öleyim mi ben filan vaziyetinde kıpırtısız kalakaldım. Okul nüfusunun %50'sinin duaları yani okulda onunla başbaşa olma dileği kabul olmuştu besbelli lakin paket teslimde hata vardı. Kişi ben olmamalıydım.

Yemin ederim, kaderin bir espri anlayışı var.
Meleklerin tamamı karınlarını tuta tuta gülüyor olmalıydı o an.

"Bu" her zamanki gibi baş parmağı ve işaret parmağını kısarak kantinciye işaret yolladı ve kahve istedi sabah sabah. E çay hazır değildi tabii. Dalgın gözlerle kantini süzdü. benim olduğum köşede bir an bile takılmadı gözleri. Beni boş palto yığınında bir obje sandığını  anladım, kaskatı kesilmiştim kımıldayamıyordum ne yapacağımı da bilmiyordum..

Kısa bir an geçti
Kantinci kahveyi koyarken  sade kahveden vazgeçmiş olacak ki "abi kahve bugün orta olsun,ağzımın tadı hiç yok" deyiverdi.


Allah'ım..bu ses onun sesi miydi?
Hayır..olamaz ki?
Bu ses Kırmızı Başlıklı Kız'ın olabilir, bu ses Şeker Kız Candy'nin olabilir hatta bu ses karşı damdaki martının da olabilir ama onun olamaz?
Kımıldamamak için artık bir çabam yoktu
Zaten lal olmuş kalakalmıştım çünkü

Doktorun kahkahalarının ve cool sessizliklerin sırrı  gözümün önünde laaak diye çözülmüştü.
O seksi kalçalarını bir sandalyeye koyup cool cool kahvesini içti ve gitti
okul ısındı
Saatler geçti
İnsanlar geldi
Paltomu tanımış arkadaşlarım gelip beni insan formuna geri almak için beremi çıkardılar ilkin.
Sonra panik halde "Kadriye! Ne oldu sana!!" diye haykırdılar

Gözlerim yaş içindeydi
Gülmekten bayılmak üzereydim ama hala kımıldayamıyordum

31 Mayıs 2015 Pazar

Cahil ve Mutlu


7 üniversite bitirsin:herkes cahildir ilk çocuğunda!

İlk annelik-babalık anıları anlatılırken söylemler romantik -duygusal -ayıklanmış endişeli sözlerle dolu olsa da herkesin yalnızken sadece aynaya bakıp anlatabileceği "ilginç" anıları olduğunu düşünmüşümdür hep.

Evlendikten sonraki senelerde herkesin bebek haberini beklediğini biliyordum.
Lakin Türk toplum yapısının sorgulayıcılıkta sınır tanımayan ,müdahil yapısının boyutunu kestirememiştim.
"bebek ne zaman" gibi özel hayata müdahale kabul ettiğim bir soruya tahammülüm yokken "e hadi!"ler giriverdi günlük yaşantıma."Gecikme" diyordu insanlar Tabakhane'de bir randevum varmışcasına.Bebek doğduğunda yanımda olup yardım edeceklermiş gibi sorumsuz, umursamaz,bencil....

Gençlik yıllarında daha az hoşgörülü, daha ters bir hatundum ben. Bu,olgunlaşmış halidir deli laz kanımın.

Tersliyordum insanları çekinmeden ama onların:yani iş yerindeki insanların-komşuların amansız ısrarını beklemiyordum gerçekten. Oysa çizgilerin silik olduğu, hatta bazen olmadığı bir toplumda herkesin herkese karışmasının  reel bir gereklilikmiş gibi yaşandığı hayata dahildim.




Rahmet olsun ruhuna,iyi bir kadıncağızdı:alt komşum olan yaşlı teyze bir gün balkonda başını yukarı çevirip "türkler bebeksiz gelin sevmez" diye kızgınca seslendi bana.

O kadar tatlı ve sevecen bir yalnız ihtiyardı ki tersleyemedim..ama öfke, lavdan bir sıva ile içime yayılmıştı. Gittim patatesli börek yaptım..aklımı ve elimi meşgul edip yatıştım.

İş yerinde servis arkadaşım olan hanım hepsinden beterdi.Sadece sabah bir akşam bir asat görüyor olmama rağmen iş edinmişti neden bebeğimizin olmadığını öğrenmeyi.En sonunda bir sabah öfkeyle "Olmuyormuş bebeğim" dedim . İrkildi, "doktora git canım her şeyin bi çaresi var" dedi. Sinirden deli olduğumu hatırlıyorum. Döndüm yüzüne baktım ve "rahmimi aldırdım be anam..." dedim. İnce kaşları havaya kalktı "taşıyıcı anneler var şimdi" dedi,. Azmi dehşet vericiydi. Tam eşime de çamur atmak ve korkunç öyküde "bakayım buna ne çare bulacak" noktasına gelmiştim ki Allah acıdı indik servisten. O sabahı hiç unutmam.

Neyse, hasbelkader 5. senenin sonunda "sizi çağıracağınız yok ben geleyim" diyen kızımın müjdesi olan çift çizgili hamilelik testi ile dumur olduğum o günü de gayet net hatırlıyorum .Anne olacaktım."Anne olunca anlarsın" denilen yüzlerce şeyi anlayacaktım.Aman Allah'ımdı! Gerçek miydi tüm bu yaşadıklarım?









İşte saçma sapanlıklar tam da o zamanlarda başladı.

Özer gitti bebeğe diş fırçası aldı.
Hani bebek beklemiyorduk ,sürpriz olmuştu da yine de daha akliselim saçmalıklar yapabilirdik di mi?
Yelek aldık hemen ardından...cam göbeği.

İleri görüşlülüğümüz sınır tanımıyordu.
Muhteşem anne/baba idik biz.



Gittik yazlığa ranza aldık....
Kışlıkta beşik yokken!

Yahu hatun (bendeniz) birincisini hayırlısı ile bir getir dünyaya büyüt ikincisi doğsun ..di mi ya?
Yooo..ranza en elzem şey.
Bebek doğunca yeleğini giyer, üst katında oturup dişlerini fırçalar.




Geçmişime bakınca kendi aptallıklarımla o kadar eğleniyorum ki başka eğlence aramaz oluyorum çok zaman.

Hamilelik dönemi ile ilgili en net hatırladığım şeylerden biri , şeker hastalığı nedeni ile yaptığım o ağır diyetten bıktığım ve hastaneye kontrole giderken, "şekerim düşük çıkarsa vallahi billahi pizza yiyeceğim" diye Pizza Hut promosyon afişine bakıp yalana yutkuna yeminler ettiğim;doktor beni apar topar doğuma almaya kalkınca sırf aklım pizzada kaldığı için oradan kaçmanın yollarını aradığımdır.

Bir gün size Selin ile tanıştığımız o ilk günü anlatayım.
Komedi dünyası idi doğumun her anı.
Detaya girmeden 3-5 minik yaşanmışlığı paylaşayım yine de şimdilik:


Selin buz pateni ile tanıştığında :))



Doktor neşteri vuracağı sırada çığlığı basıp "durun" diye haykırmak cehaletin yüksek lisans görmüş hali değil de nedir?
Adam telaştan neşteri daldırıvereydi ciğerime kadar onu kim suçlayabilirdi?

-"Ne oldu "..dedi doktor korkuyla
-"Saati görmüyorum, yükselen burcunu hesaplayamam sonra.Biriniz bana saat verebilir mi" dedim o an dünyanın en doğal ve mantıklı şeyinin bu olduğuna inanarak.

13:09:07'de Selin doğdu.
Yükseleni Boğa imiş :))


İkinci çocukta öyle mi oldu ya?Haaayıııır tecrübeli bir anne idim ben artık.
Doktor 23 Ocak dedi Nehir'in doğum tarihine
Abim var ya hani şu kıvırcık olan..anlatmıştım Bora diye
O'nun doğumgünü 12 Şubat
Aynı güne denk gelsin diye gitmedim doğuma..12 Şubat'a kadar oturdum bekledim
Deli ettim doktorumu deli ettim.

Bi de abime telefon açtım "herkes çeyrek altın takar sen cumhuriyet takacaksın" diye.
Şimdi dayı-yeğen doğumgünlerini birlikte kutluyorlar.


Doğum için ameliyata gireceğim.
Hemşire hijyen diye yırtınıyor ama yok..beni ikna edemiyor
Dudağımda nar çiçeği rujum, gözlerimde far...çocuk çıktığında anasını güzel görsün böyle gireceğim doğuma diye tutturmuşum.
Hemşireyi de deli ettim.
Ama tecrübeee;saati bu sefer yakınıma aldım evvelden.
En az benim kadar çatlak doktorum "bunu hissediyor musun Kadriye" dedi.
"Neyi?" dedim.
"En sevdiğim cevaptır " diye kahkahayı bastı ve neşteri vurdu
Bir yerlerde Yaşar çalıyordu.
11:34:15'te Nehir doğru.
Yükseleni ikizler...



Dünyanın en saçma sapan ve en güzel şeyi annelik.

İlk andan itibaren hiç bir şey eskisi gibi olmuyor..hayatı en baştan öğrenip, kölesi olacağınız bir krallığın inşaasında mantığı hiçe sayıp delicesine çalışıyor ve yeniden var oluyorsunuz. 




:

8 Haziran 2014 Pazar

Devinim


Ufak tefek , kalın dudaklı boş bakışlı bir kızdı. Üniversitenin her şeyi boş verebilen özgürlükleriyle serinlenilen koridorlarında tanışmıştık ve kesinlikle herhangi biriydi benim için.

Ülkem insanlarının fala merakı her yaşta geçerli. Nitekim o gün de kahveye gittiğimizde sıkı bir okey partisinin ardından bir arkadaşımı kıramayarak baktığım kahve falını gören kahve ısmarlamıştı kendine. Sonra Allah yarattı demeden bana uzatılan ardıardına bakmam istenilen  fincanlar. 21 kişiye fal baktığımı ve sonra kustuğumu hatırlıyorum. Adına Gül diyelim asıl adı saklı kalsın, Gül de onlardan biriydi. Doğrudürüst tanımıyordum ve çok umurum da değildi. Fincanını alıp baktığımda sadece konuştum. Ne dediğimi bile pek hatırlamıyorum ama o gözleri kocamana açılmış halde bana bakakaldı. Ailevi sorunlarından, kimseye açamayacağı dertlerinden bahsetmiş ve babasını uzakta bırakması halinde hayatının düzene gireceğini söylemiştim aşağı yukarı. Az sonra ağlayarak ellerime kapandı .Sen bunu nasıl biliyorsun diye inliyor,çığlıklar atıyordu. Canım sıkılmıştı, ne olup bittiğini anlamadığım gibi midem bulanıyordu,acıkmış ve yorulmuştum ve Gül hala umurum değildi.

Arkadaşları koluna girerek onu dışarı çıkardılar ben de kendime bir karışık tost söyledim.Ancak bir meşe ağacı kadar duyarlıydım.

Biraz süre geçtiğinde Gül geri geldi ve benimle özel konuşmak istediğini söyledi. Suratımı asarak artık fal bakamayacağımı çok yorulduğumu söyledim.İri gözlerinde ve titreyen dudaklarında başka bir anlatım vardı, yalvardı.Konuşmayı kabul ettim, bir köşeye çekildik. Sesini alçaltarak "ben ensest bir aileden geliyorum ve bunu bilen yok " dedi. O an tepki vermemem ve onu sakin bir şekilde dinlemeye devam etmem, onun sandığı gibi derin anlayışı olan olgun bir genç kızın kontrollü  davranışı filan değildi. Ensest ne demek hiç bir fikrim yoktu, Gül'ü dinleyerek anlamayı umuyordum. 10 numara salaktım ben (şimdi değil miyim???bilmiyorum ki :-)) 

Ona son derece güven veren sessiz dinleyişim karşısında göz yaşlarına boğuldu. Annesi beyin kanaması geçirmiş ve doktor cinsel ilişkiye girmesini yasaklamış. Bir süre sonra da babasının tacizleri başlamış. Annesi üzülmesin diye sesini çıkartamıyormuş ama kilitlediği kapısının her gece zorlanması babasının açık yalvarmaları onu mahvetmiş. Üniversiteyi başka şehirde okumayı seçmesi babasını deliye döndürmüş ama o kaçmış.

Eh, ensest ne demek öğrenmiştim ama hiç mutlu değildim doğrusu. Benden ne istediğini , onun için ne yapabileceğimi sordum.Artık çok üzgündüm ve onun için iyi bir şeyler yapmayı çok istiyordum ama doğrusu önce tostumu bitirmeyi hepsinden çok istiyordum. 

Henüz 19 yaşındaysanız ve karnınız çok açsa hayat kesinlikle ertelenebilir bir şeydir.

Sonra kendimi onun hayatının içerisinde buluverdim. Her şey daha kötüye gitti. Önce , evci çıktığında bir akrabasının eşi tarafından tecavüze uğradı. Bu berbat bir şeydi. Yurtta gözyaşları içerisinde  hayata yumruklarımızı sıkmış öfke yağdırırken darbenin devamı geldi. Hamileydi. Korkudan ölüyorduk. Ne yapacağımızı bilmiyorduk. Alelacele birer iş bulduk. Mesela ben marketlerde tuvalet kağıdı reyonunda durdum tanıtım elemanı olarak birer hafta filan. Cam kavanozumuz vardı , herkes kazandığı parayı oraya atıyordu.Para yetti, doktora götürdük.Bu beladan kurtulduk derken ve bir ay öncesine göre hepimiz 10 yaş büyümüşken hayat "durun bakalım" dedi. Dersimi aldım demek hiç de öyle kolay değildi. Bebekleri ikizdi ve içinde parça kalmıştı..kanama durmuyordu. Yeniden doktor aynı berbat duygular silsilesini tekrar yaşamak.

19 yaş bizler için kolay değildi. Başımızı hala dik tutup kadere yumruk sallamak belki cahilliğimizden belki yüreği sağlamlığımızdandı. Bunu hala bilmiyorum.


Zaman geçti. Gül'ün başı dertten kurtulmuyordu. Birine aşık oldu ve başından geçen her şeyi anlattı. Adam onunla yine de evlenmek istediğinde artık 19 yaşın başlarında sahip olduğumuz iyi niyet ve boşvermişliği çoktan yitirmiş olan bizler şüpheyle birbirimize baktık. Gül bizi dinlememiş, adama nikah işlemleri için nüfus kağıdını çoktan vermişti. Adam kadın taciri çıktı, nüfus kağıdını geri almak ve Gül'ü rahat bırakmasını sağlamak için asla onaylamadığımız kişilerden yardım almak bize kaldı. 

Offf ne seneydi. Arada olan berbat şeyleri artık yazmak dahi istemiyor ellerim.


Sonra günler günleri aylar ayları kovaladı.Bir gün Ortaköy sahilinde otururken Gül'ü gördüm yanında tekin olmayan bir adam ile. Koştum yanına gittim. Bu kim..dedim.Nişanlısıymış. Uyuşturucu kullanıyormuş,asker kaçağıymış ama çok iyi biriymiş ve başından geçen her şeye rağmen Gül'ü seviyor, onunla evlenmek istiyormuş. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü elbet. Uğraşmaktan bıkmıştım ama "aman neyse bana ne" diyebilecek yaşta değildim. Şimdi gülümsüyorum, galiba o "aman neyse bana ne" yaşına hiç gelemedim ben.

Gül yaşadıklarından bıkmış, yaşamaktan adeta vazgeçmişti.Okula da gelmiyordu doğru dürüst. Sonra bir gün şakağında bir tokadın morluğuyla kantine girdi ürkek."Beni dövdü" dedi kısaca." O okul bitecek yoksa seni gebertirim" dedi.



Adamı takdir mi etsek yersek mi ne yapsak bilmez haldeydik. ite kaka, ama öpücükle ama tokatla Gül okulu bitirdi. Adam,onunla evlenme isteğini aileye iletti. Baba izin vermedi. Adam babayı da dövdü. Biz artık bu garip şahsiyeti ilgi  ve gittikçe artan sempati ile aramıza almıştık. Adam Gül ile evlendi. Diploma aldığı gün de ona Nişantaşı'nda bir Halkla İlişkiler şirketi kurdu.

Bir çocukları var ve çok mutlular.

Kıssadan hisse mi?

Her yaşımda her yaşamda ayrı hissesi var bu öykünün...ama en temel hisse yaşam başladığı gibi bitmez, kaderin hükmüne akıl sır ermez olmalı sanırım.

Başka portrelerde de görüşmek dileğiyle.. sevgiyle kalın.