baba etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
baba etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Aralık 2016 Salı

17

Yaşanan her günün alıp götürdükleri ile şarkılar yeni anlam kazandı
Hüzün, baş tacı artık bu ülkenin  çocukları, gençleri,anne ve babaları için...



Boş ver beni 
Mühim değilim 
Bu O'nun hikayesi 
Çok beyazdı, kir tutardı 
Ömrü kelebek kadardı 
Mektupları şişedeyken 
Bir de bakmış deniz yokmuş 
Tek başına dans ederken 
Mutsuzluktan sarhoşmuş 
Daha 17'ymiş. 
Oyundan kalkmak isterken 
Kağıtlar dağıtılmış 
Bu hava boşluğunda 
Artık her şey satılıkmış 
Trafikte akmayan 
Hep onun şeridiyken 
Söylediği son şarkı 
"Elveda Zalim Dünya"ymış 
Daha 17'ymiş.

27 Eylül 2015 Pazar

Siz Küçükken Kaç Yaşındaydınız?

Korkudan baskın tek duygu umutmuş.

Korku ve öfke anında kontrol zayıflayınca ortaya çıkanlar komik oluyor çoğu zaman. Ne İstanbul Türkçesi ile şakıyan beylerin korku /öfke anında sinkaflı küfürleri ya da lehçeli nidalarına şahit olmuşumdur.

Ya da neredeyse 30 senedir İstanbul'da yaşayan bendeniz kızınca gayet içten bir "yapma da!" ile çığlığı basar, samimi öfke anımda "afkur afkur" diye söylenir,beni çılgına çeviren birine o an rahatlıkla "anderin gaybanası" diye sayıp söverim. O anlarda Amerikan filmlerinin "oh ! lanet olsun!"ları yer almaz dimağlarımızda.

Akşam İstanbul'da gök delindi yere indi. Nasıl bir gökgürültüsü nasıl bir şimşek nasıl bir sağanak yağmur..yok böyle bişi.


Jane Austen'in İKNA romanına dalmış hayli geç yatmıştım. Yerimden kalkasım yok ama kulağım çocuklarda. En sonunda içeriden Nehir'in , yani küçük kızımın titrek sesi yükseldi. 

-"Babaa..babaaaa"

Eşim yerinden fırladı hemen yanına gitti,Nehir kucaklanarak annesinin sıcacık kollarına getirildi. Eh, Selin'in nesi eksik?O da yarı uykulu geldi yattı yanımıza.



Korkan çocuk , üzülen çocuk "anne" diye ağlamaz mı?
Ne yapsam ne etsem Nehir'in aşkı ve önceliği baba işte. Sağlam çakan bir şimşeğin aydınlığında bunu görmüş olduk.



Kıskandım mı sandınız?
Az bile sanmışsınız.
Öldüm kıskançlıktan..ama küçükken "anne" diye değil " baba" diye ağlayan bir kız çocuğu olduğumu hatırladığım sürece ağzımı açmaya hakkım yok biliyorum.

Selin anladı derdimi. Uykusunun içinde gülümsedi , uzandı elimi tuttu.


Nehir son gökgürültüsü ile burnunu sineme gömdü.

"Ne sarsuk bulutlar bunlar..koca gökyüzünde yer bulamayıp çarpılır mı birbirine yahu..bunlar sizden de sakar" diye fısıldadım onlara. Kasılmış omuzlar gevşedi.Bir iki mahmur kıkırdama çıktı ağızlarından.

Onlar uyudu.

Ben yağmuru,babamı ve çocukluğumu düşündüm sabah olana değin.







13 Ocak 2015 Salı

Milat


Anneliğe hazır olmak diye bir şey var mı acaba?

O da olsun bu da olsun şunu da tamamlayayım şeklinde bir dizi bahane vardı anne olmadan önce. Hazır değildim. Deliydim,doluydum ama adam değildim. Düşünmüyordum bile hazır olmayı.

Sonra tıbbi verilere göre kendimi bu hazır olmadığım altın çağdan %99 korurken %1'lik bir mucize gerçekleşti ve hamile olduğumu öğrendim. O kadar imkansızdı ki bu, doktor hamile olduğumu söylediğinde şaşkın ve çok şaşkın olarak eşimle birbirimize dönüp bakakaldık. Doktor paniğimizi değerlendirerek müdahale etti: "evli değil misiniz yoksa?"

Çapa'daki prof. teyze ,anne olamazsın dedi. Beyninde şu var bu var acil ameliyat olman lazım.

Tabutta rövaşatamı anlatmıştım..omuriliğimde platin, zor şer toparlamış kırık bel vardı..dediler ki anne olamazsın.

Bir de şeker çıkmasın mı o ara..e dedim başka yok mu? Dediler çok riskli çok çok riskli..

Dahası da var ama yazmayacağım. Prospektüsünde kocaman "hamilelikte kullanılmaz" yazan ilaçlar kullanmam gerekiyormuş.
Dediler: anne olamazsın...

Hayata gol atıp %1'lik ihtimali değerlendiren güzel kızım, Selin'im karar vermiş; doktorlar profesörlere söz düşer mi? Evladım geleceğim demiş, ölüm yüzde kaç ihtimal; yaşam varken sorulur mu?

He he..dedim onlara.Cevap vermeye bile değmezdi nezdimde. 

Onlar etrafımda dizlerini dövüp bilmem kaç tahlil yapadursun, ben insanlara gereğinde kulak tıkamayı öğreneli çok olmuştu.


Hiiiç bile karartmadım enseyi. Fıldır fıldır gezdim,eğlendim.Şekerden dolayı perhiz yapmak zorundaydım hem de çok ağır çünkü insülin iğnelerini istemiyordum...başka da bir sıkıntıyı takmadım kafama.Ama göbeğimle övüneceğim o tek dönem perhiz yapmak yok mu?O çok dokundu kanıma.

Zaten eşimin babalık sendromu iki kişilikti, bana sıra kalmadı.

Neyse, kontrole diye gittiğim bir gün (12 
Ocak) beni doğuma alası geldi doktorların. Asistan geldi ve "hoca cs istiyor " dedi. Şu merak saldığım kitaplardan birinde ,bunun sezaryenin kısaltması olduğunu okumuştum. "Allah" dedim içimden "gittik"! Doktorum sakince "elimde hiç yok" dedi. Asistan bana baktı. Edward'ın Bella'ya ilk baktığı gibi hani.Kanımı istermişcesine ayyy. Neyse "hoca ısrarlı" dedi. Doktorum içini çekti, bana döndü "bebek yerini doldurmuş, suyu kalmamış,acilen ameliyata alıyoruz sizi" dedi. Yalandı biliyorum ama gıkım çıkmadı.Oysa, dönüşte şeytana uyup bir pizza yemek niyetindeydim. Birazdan ameliyata gireceğime değil pizza ile olan hayalimin suya düşmesine bozuktum. Bir yandan da doğumdan ne kadar sonra çıkıp o pizzayı yiyebilirim diye hesaplamaya çalışıyordum.

Eşimi aradım, doğumhaneye alıyorlar beni dedim. Sesten daha hızlı geldi Ulus'tan Altunizade'ye. Vallahi hala takdir ederim bu uçuşunu :)

Doğumhaneye beni Karslı bir hastabakıcı götürdü. Doğumdan da korkmadım.Telaş filan yoktu yüreğimde. Yaşamam gereken bir şey vardı, onu yaşıyordum. Hem sıkılmıştım hamilelik sakınmalarından. İçtenlikle , hamileliği 2 yıl süren filleri düşünüp onlara acır olmuştum.Sonra artık ertelenemez meraklarım vardı bebek hakkında. En çok, O'nun sesini çok merak ediyordum. Şimdi düşünüyorum da ,sanki yüzünü gördüğüm o ilk ana kadar anne olacağımı idrak edememiştim sanki , sadece yaşam bir süreç getirmişti ve ben de onu yaşıyordum.

Spinal anestezi yapıldı.Hani şu omuriliğinizin ortasına iğne batırıyorlar filan :-p Umurumda bile değildi. İlk kez böyle bir deneyim yaşıyordum ve "millet ne yapıyor etrafımda, onu niye yapıyorlar, bunu niye yapıyorlar, ben ne yapmalıyım, şimdi ne olacak" gibi bitmek tükenmek bilemz bir merak ile seyre dalmıştım alemi.

 Doktor, asistanlarına "bunu boşverin,normalde çığlık filan atarlar" diyerek beni "sanırım" takdir etti.

Sonra Selin geldi....

Anestezi uzmanı ile TRT'deki yayınlar hakkında sohbet ediyorduk doğum esnasında.
Sonra, hazır mısın dediler
Durun , saate bakacam 
yükselenini hesaplayamam sonra dedim.
Güldüler.
Sonra, saate baktım
13:09:07
Sonra o geldi
Selin
Bebek değil...kızım
Bebek değil...Selin
"O" değil..Selin'im

Tanıdık birini görmeyi beklercesine şaşkın yüzüne bakakaldım.Nasıl kırmızı ve minik bir şey bu dedim. A?Burnu yok? A?Dudakları ablam?







Bir titrek çığlık koyverdi "Selin" , görevliler onu alıp hemen sarmaya götürüyorlardı ki artık kanka olduğumuz anestezi uzmanı "getirin bir görsün bebeğini yahu" dedi.
Ekibin kalanı "ortalığı toplayıp" ameliyatı tamamlarken ben dikkatimi tamamen "kızım"a vermiştim. Ağlıyordu. 

Yanıma getirdiler.
Uzandım..
Çekine çekine dudağının kenarından öpüverdim.
Sustu..

Ne Fatih'in İstanbul'u fethi, ne  rönesans 
Çağ böyle değişirmiş meğer.

Zaman "Selin'den önce ve Selin'den sonra" olmak üzere ikiye ayrıldı.
Miladımdı o benim.

İnsandım,kadındım ama artık, bir de annelik vardı hepsinden her şeyden baskın olan. 

Tüm "anne olunca anlarsın"lar uzun yıllar bekledikleri eşikten sabırsızlıkla atlayarak kapımdan içeri giriyorlardu bir bir .

Epey sonra ameliyathaneden çıkartıldığımda aynı anda iki kişi aynı cümleyi haykırdı:

-Kızım nerde, kızım nasıl?

Bir ses bana,
Bir ses anneme aitti.


16 Aralık 2014 Salı

Bir Garip Sitem




O kadar ağladım o kadar ağladım ki kardeşlerim evlenirken, el-alem örgütünün kadim üyelerinin nazarları üzerimden eksik olmadı hiç bir düğünde.


Anlamadılar.
Anlayamazdılar.
Sev-emir olarak belletilmişti hemen hepsine
Sevgi sığmazdı sığ yüreklerine.








Ablam, 

Aynı odada uyandık kaç mutlu mevsimin  şafak kırması sabahlarında. Gözümü açıp ilk gördüğüm,kanını kanımla canını canımla bildiğim. Her şarkı söyleşinde uçan kuşları yere düşüren, benim tüm aptal esprilerime katıla katıla gönülden gülen ablam.Tastamam 5 yaş var aramızda. Bir gün babam "tüm gün evdesiniz, dışarı da çıkmadınız ama bitmiyor konuşmanız, ne bulup anlatıyorsunuz birbirinize" demişti her zamanki ulvi gözlem gücünün eksiksiz analiziyle.


Hayaller,rüyalar,kitaplardan satırlar,daha evvelden duyulanlar,görülenler,umutlar,yaşananlar...biter miydi yaşam suyunun zerrelerini korkmadan paylaşmak? Mümkün müydü onunla yanyana iken söz bulamayıp da susmak?

Ben başladım sen bitirdin,
Söylemesem de sen bilirdin.
Urfa dağlarında mühendislik yaptın ,kazandığını üniversite harçlığı diye bana yolladın,
Bi doğurduğun eksik,ablamdın ama annem gibiydin
Ah ne güzel eğleniyorduk,ne vardı da evlendin ..


O evlendiğinde çok ağladım.Abim de gitmişti, evdeki oda yalnız bana kaldı keyfi bile kurtaramadı vaziyeti.Sabah uyanınca onun gül yüzünü ,masum tebessümünü görmek şansı benden alınıp başkasına verilmişti ya..affetmeyeceğim seni kader dedim.

Yetmedi edepsizliğim.
Enişte bey, "baldız baldan tatlı olur" diye sol açıktan yanaşma manevraları düzenlediğinde "ben yalnızca -dız kısmıyım,balı arama" dedim, tüm kapılarımı kapadım.

Çok eşeğim,
Çok meleğim,
Onu paylaşmam mümkün değil,
Sormadınız ki söyleyeyim...

Ah ablam evlendi gitti..ben nerelere gideyim!





Hele abim evlendiğinde...
Adam on numara yakışıklı bi de
ayyyyyyyyy!
kız mı veriyorsun ne diye ağladın yıkıldın bu kadaar demişlerdi yetmezmiş gibi üzüntüm bi de..
Anlamazsınız siz anlamazsınız,
Onla benim aramda bi bağ var;
Gemi halatı gibi kocaman gösterişli değil,
Teleferik telleri gibi incecik görülmez ama kopmazzz,güçlüüü,özeeellll.
O benim benimm komşu huuu;
He, evet turşusunu kuracam size ne yahu?

Sabahları Burhan Çaçan ve Ahmet Kaya dinleyişinin yarattığı ızdırabı bile sevdiğim.
Kıpkıvırcık saçlarının buklesine kurban olduğum.
Gülüşü bahar öfkesi bora
Karman çorman sokaklarda birlikte kaybolduğum.

Evliliği bilirim ben, kızlar gider gibi görünür ama kalan odur aslında.
Erkekleri,kalan denir ama kopar gider yaşar artık kendi yuvasında.

Akşam sofrada birlikte oturmayacağız he mi?
Ekmeğin guduğu, kuymağın kaşığı kavgası da yok artık he mi?










Ağlarım ben ey el-alem ağlarımmm
Orhan Gencebay'lar dinler ağlarımmm.
Ne kadar şerefsiz şarkı varsa beraber dinlediğimiz,
Dinler dinler ağlarım.

Yengem anneme anne,babama baba dedi
Yetimhaneden mi geldin,kendi annen baban yok mu
Onlar benim dedim
Gülümsedi sıcacık
Onlar da böyle ister dedi...
İyi peki dedim aksi aksi,
Ama ablam benim!
Sakın haaaaa
"Abla,abla" deyip de sarkma ona da
Gülümseyişi kahkahaya döndü hemen
Sıcaktı yüreği,ışığında kayboldu gölgem




Yıllar geçti aradan,
Kıskançlığım,bencilliğim bende baki
Lakin dünya tatlısı öyle güzel çocuklarımız var ki
Bana düşen susmak, sabır
Çocukluğum sağ avucumda kıpır kıpır,

Kardeş dost,kardeş candır.



Çocuklarımız....

28 Eylül 2014 Pazar

Küçüktüm Ufacıktım..

İstanbul-Trabzon arası vapur seferleri pek rağbet görürdü küçüklüğümde. O aşina maviliktir belki gönlümde taht kurup hala hüküm süren.




Babam, bu yaşıma kadar gördüğüm en yakışıklı erkeklerden biri annem ise yosun rengi gözlerinde baharlar,tatlı gülüşünde ılık meltemler barındıran bir kadındı. Asla pespaye görmediğim bu  güzel iki insan ile yaptığım bir vapur seferinin tatlı anılarıdır gecenin bu vaktinde girdiğim çıkmaz sokaklardan beni çıkartan.







Küçüktüm , ufacıktım. Düz saçlarının uzun perçemlerini gözlerinin önüne indirip dış dünya ile bağlantısını kesmeye çalışan , izleyen ama konuşmayan bir çocuktum. Salopetimin düğmesini yutmayı başarıp annemin yüreğini ağzına getirdiğim an aklımda. Deniz tutmasının ne berbat bir şey olduğunu en sağlamından öğrendiğim yolculuk da bu 
yolculuktur . Uzunca , dik merdivenlerden indiğimiz gemi restaurantının büyüleyici atmosferinde annemin eteklerinin, babamın ne yaptığını bilen insanlara mahsus rahatlığının ardına sığındığımı, tüm yemekleri reddedip muza bir türlü hayır diyemediğimi de tüm o bulanık git-gelli anılar içinden net şekilde çekip alabiliyorum.





Fuaye alanına gittiğimizde annem ve babam ingilizce sohbet etmeye başlamışlardı biri ile. İsmi, gariptir ki halen aklımda: Mr. Rabak. Elini uzatıp başımı okşadığında geri zıplamamak için kendimi zor tutmuştum. Rabak kızılderili imiş.Babam , ona "merhaba" demem için gülerek ısrar ettiğinde lütfedercesine bir "hello Mr Rabak" demiş sonra annemin arkasına süzülmüştüm usulca. 

Bir de zenci vardı sohbete katılıp ürktüğümü fark ettiği için daha uzak duran. En sonunda başımı okşamak için elini uzattığında geri gittim. Teninin siyahlığının bana bulaşacağını sanıyordum. Rabak'ın farklı teni, zencinin simsiyah elleri korkudan aklımın başımdan gitmesine neden olmuştu.

Sonra, zenci adam bana baktı ve gülümsedi. Kocaman gülümsedi. Onca siyahlığın içinden inci gibi dişleri bembeyaz parladı ya, gülüşünün içten sıcaklığı korkudan buz kesmiş çocuk gönlüme ulaştı ya...belki de karanlıktan korkumu yenişim o gülüştedir, kötü-kara günlerin ardından ummadığım beyazlığın çıkacağına inancım bu çocukluk anısında saklıdır diye düşündüm bu gece.

Birinin sağlığı, birinin çocukluğu, birinin aşkı,birinin evliliği,birinin işi,birinin hayalleri..yitip gidenlerin hüznü ile demlenirken gecenin bana kalmışlığında,  Mr. Rabak ve karanlığın içindeki beyazın sevinci ile gönlümü ısıtan zenci adam geliverdi aklıma işte öylesine. Dudaklarımda o şarkı , "keşke" ve "iyi ki"lerimin kesişiminde annemle babamın tamamlayıcı , güçlü huzurları ile pekişmiş mutlu çocukluğum.

Aydın Arın'ın şiirinde de dediği gibi:

...  

Yarım kalmasın düşüncelerim,
Bakarsın bir gün hepsi tamam.
Yeter ki kendimizi görebilelim,
Bu kırık aynalardan.

4 Aralık 2013 Çarşamba

Anlamak...

Babamı , uykumdan ve bildiğim bir çok şeyden fazla seviyordum. O yüzden, gün henüz ağarmamışken yanağıma konan minik öpücük ve öpenin babam olduğunun kesin kanıtı olan bıyıkların batışını söylenmeden karşıladım. Gülümseyerek baktı ve açıklamak yerine fısıldadı "haydi".

Kalktım elimi yüzümü yıkadım  , çabucak üzerimi giyindim ve ardından yola çıktım. Arabaya bindiğimizde motoru çalıştırdı ve kendine özgü müstehzi tebessümü ile neşeli bir türkü mırıldanmaya başladı. Güne onunla başlamaya bayılıyordum. Babam, asla diğer babalar ya da diğer yetişkinler gibi değildi. Küçücükken de dediğim gibi "Tarzan'dan bile daha yakışıklı"ydı.Ortaokul ya da lise başlangıç çağlarında olmalıyım. Aldı beni Sotka'daki kahveye götürdü.Annemin yaptığı kurabiyelerden almış yanına, çöplüsünden çay söyledi. Kahvaltı etmeye başladık. Kahveye kız çocuğu mu getirilirmiş, sabahın köründe baba kız kurabiye ve çay ile kahvaltı mı yaparmış sokaklarda...yaptığı şeyden emin ve tereddütsüz olanların huzuru ile dünyanın o kısmına sırtını dönmüş çayını içiyordu.Ben ise kendimi ayrıcalıklı hissediyor ve onun kendine özgü sert kokusunu ciğerime depolamaya uğraşıyordum. Neydi konuştuğumuz konular, sohbetin ardıarkası kesilmeyen akışında tartışılan neydi hatırlamak zor. Ama net olarak hatırladığım şu ki, konu insanlar değildi. Babam insanları değil olayları tartışmayı severdi, çok da hazzetmezdi kişi yorumlamaktan.O bir  bilgi ve tabiat insanı oldu her zaman...

Sonra balığa çıktık.Gün,denizde iken kucakladı bizi.Deniz çarşaf gibi bir mavi..gök kusursuz ve lekesiz bir mavi ..Trabzon sahilinden gittikçe uzaklaşıyorduk.Adı -tanımı olmayan bir duygu sardı benliğimi.Tüm "önemli"ler, tüm "peşinden koşulanlar yalandı. Tanrı, içimizdeydi. Dünyadaki tek renk maiydi.Sevgi,sorgulanmayandı.

ÇOCUKLARIM DA BABAMIN ŞEFKATİNDEN VE MAİNİN KUCAKLAMASINDAN NASİPLERİNİ ALDILAR HER ZAMAN
Teferruatlar sadece gerçeğin güzelliğini kirletiyor..Kıyı hepten görünmez olduğunda bir fark ettim ki ben maide bir noktayım...adım yok sanım yok ne geçmişim ne geleceğim evrene ait bir noktayım ama nasıl güzel nasıl huzurlu nasıl gönlü doymuş bu güzelliğe özlemle ömrünce hasret çekecek olan bir noktayım. 

O, tüm kanalların tertemiz dolduğu, tüm benliğimin şarj olduğu sabah duyduğum tek ses denizin kayığa çarptığında çıkarttığı nazlı çırpıntı ve babamın ara ara kendi kendine mırıldandığı o şarkı... "ne yeşili ne siyahı gözümde hep gözlerin var..."

Şimdi ne zaman kirlendiğini görsem yaşam sahillerinin ve ne zaman aldığım nefes yetmiyor olsa aklıma o sabah gelir. Yalanla,iftira ile can yakanlar, beni yendiğine inananlar Allah'ın lütfettiği o sabah esintisinde hükmen yenik gelirler...kendi yalanlarında debelenmelerini izler, körlüklerine hayret ederim o insanların. Yalan, beni kendine çekip  ağdalı bulanıklığında yitirmeden gerçeklerin arı çizgilerine teslim olur..huzur bulurum.

Zaman olur kuş gibi

Birgün hazan,birgün bahar


Aşkı sizde öğrenmiştim


Vermediniz yalan yıllar....






25 Ekim 2013 Cuma

Sevgili Martı

İnsanlar rüya görmek için uyurmuş ve ömrü uzun, sağlıklı, neşeli olası canım babamdan öğrendiğim bir sözdür bu: "balıklar rüya görmez, deniz o  kadar güzel ki" ymiş. Gerçi ben bu ikinci sözde gözbebekleri dahi gülesi, bahardan güzel baldan tatlı ömrümün cananı ablamı kast ettiğini düşünmüştüm babamın; çünkü ablamın adı da Deniz.






martılar ki sokak çocuklarıdır denizin (can yücel)




Neyse, tam uykusuzluğa alışkın benliğim bu saatlerde alışkın olmadığı kadar derin bir uykuda en az çocukluğumdaki kadar muhteşem saçmalıkta rüyalar görmekte ve o rüyalar muhtemelen uykumda bile bana kahkahalar attırmakta iken beni çağırdığını duydum aşina seslenişi ile. Ne uyku, ne rüyalar ... fırladım kalktım yataktan ve cama koşturdum. Oradaydı, ben uyandım hayat başladı sen neredesin dercesine gökyüzünde daireler çizerek dolanıyordu. El salladım gülümseyerek, bir kez daha yüksek sesle yeni günü selamladı ve rızkını aramaya gitti martı.




Rahmetli dedem Haşim Baba'nın kayığı vardı. Bir gün denizde avlanırken yaralı martı bulmuş, her zaman temiz düzenli ve dedem yokken kendimi iğreti hissettiğim evine getirmişti. Martıya "Mehmet Ali" adını koyduk. Dedem izin vermezdi yanına yaklaşmamıza, babam "martılar evcilleştirilemez ve gagası size zarar verir" diye her zamanki gibi yorum yapmadan sevecen bir dille olageleni izah etmişti. Hayrandım martıya, yaralı da olsa başı dik ve seyrine doyum olmayacak kadar güzeldi. İçimde çocuklara mahsus inançve istekle Mehmet Ali'nin evcilleşeceği ve benim onunla oynamama izin verileceği inancı vardı....ama babam da dedem de doğaya,yaşamın kurallarına saygılı insanlardı. Mehmet Ali iyileşir iyileşmez onu salıverdiler. Biraz burulduysam da üzülmedim. Çocuk bile olsam özgürlüğün kıymetini ve gereğini biliyordum.



Üniversiteyi kazanıp İstanbul'a geldikten sonra hissedilen kıvamı yoğun tadı berbat yalnızlığa çareler aradım elbette. Yeşille mavinin kucak kucağa neşeyle yaşadığı , dost rüzgarının deniz koktuğu Trabzon'u bırak caddeler,sokaklar dolusu yüzü gülmeyen insanların sel olduğu beton kent İstanbul'da yaşa...Bir gün Beşiktaş sahilinde yürürken bir başıma ,bana seslendi martı çığlık çığlığa. Başımı kaldırıp baktım. A! Bizim Mehmet Ali değil mi yahu bu? Vallahi o, nerde görsem tanırım. Bembeyaz tüyler, mağrur dik duran baş, hep havuç yemiş gibi boyalı gagalar...Epey dertleştik, ben anlattım o dinledi. Arada avaz avaz çığlık atıp benim içimdeki yangını dindirmek istercesine denize dalıyordu bir hışım. O da Trabzon'u, babamı, dedemi özlermiş ama beni yapayalnız bırakıp gitmeyecekmiş;söz verdi. Ondan sonra bağımız hiç kopmadı. Ne zaman dertleşmek istesem tepemde döner durur, ne zaman vapura binsem eşlik eder, ne zaman İstanbul'dan ayrılmam gerekse bir yerlerde karşıma çıkıp " sen git-dön ,ben burada seni bekliyor olacağım " derdi. Ben de ne zaman nerede olursam olayım onun beni çağıran sesini duysam görebileceğim bir yere fırlar ve sevgili dostumu görmenin eksilmeyen neşesi ile ona el sallarım.


Ve elbette ki bebeklerimin de onunla dost büyümesine izin verdim




















Yine, dünyanın en yakışıklı insanı olan, gülüşü solmuş gülleri açtıran canımın içi babam demişti "martılar çöplükte yaşasa da hep beyaz kalıyor, kirlenmiyor" diye. Bazı insanlar kendisini martı sanıyor olmalı. Paranın, tamahın, hırsın, yalanın, kinin , fesadın çöplüğüne dalıp debelenip  sonra arı insanların içine utanmadan çıkıyor ve kendilerini hala bembeyaz,tertemiz sanıyorlar. Oysa karşısındakinin gözlerine uzun süre bakamayışları, lüzumlu lüzumsuz tatlı sözlerinin en ufak menfaat çatışmasında 
yitirilişi  gibi bir çok şey onları ele veriyor 
zaten.. 26 sene oldu İstanbul'a geleli ama ben kadar maviye aşık martının çığlığı ile kendime gelmişliğim ve üzeri yaldızlarla kaplı altı pis kokulu çöplüğün tuzağından kaçabilmişliğim çok oldu. 
martılar ağlardı çöplüklerde biz seninle gülüşürdük...








Fırtınanın şiddeti ne olursa olsun; martı sevdiği denizden asla vazgeçmez (Alfred Capus)...bu bile Mehmet Ali'ye saygı duymam ve onu vazgeçilmez bir aşkla sevmem için yeterli değil mi aslında?



Ne mavimi,ne martımı,ne kendimi yitirmeyeyim Allah'ım..dedim yine içimden usulca.


Mehmet Ali boğaz köprüsünün üst tarafına doğru uçtu gitti. Benim de uçup ardından gitmem ve neşeli bir tempoyla yaklaşmakta olan günü gökyüzünde karşılamam , sonrasında denizin üstünde raksederken mavide bir nokta olup kaybolarak aslında kendimi bulmak isteğimi gerçekleştirmem en azından bugünlük mümkün olmadığına göre kalkıp yemek yapmak ve işe yararlığın payesi ile yetinmek en iyisi olacak.










Bir saat sonra çocuklarım uyanacak..bir saat sonra  uyuyalıberi özlediğim gözlerinin ışıltısına ve dünyada ne şanslı, ne özel, ne vazgeçilmez yerim olduğuna işaret eden "anne" seslenişlerine kavuşacağım.


Herkes için güzel bir gün ola...