7 Aralık 2013 Cumartesi

Karanlık

Harbiye'deki üniversiteden çıkıp  Yeşilköy'e doğru yola koyuldu.İnanılmaz derecede dünyaya minnetsiz, halinden memnun, özgürlüğün umursamazlığını hayasızca yaşamaya eğilimliydi. Otobüs beklerken ilkbahardan yaza dönen havayı keyifle içine çekti. Çevresindeki koşturan insanlara baktı. Sevgililer, yaşlılar, döküntüler, fiyakalılar...hani, hiç biri umurunda değildi ya,zaman geçsin diye bakınıyordu işte öylesine.

Otobüsler geldiğinde 72 Taksim-Yeşilköy arabasına koşturdu, keyfi her dakika artarak en arka koltuğa attı kendini. Kimseyle gözgöze gelmek, muhabbet etmek niyetinde değildi.Çantasından kitabını çıkardı ve tüm gün üzerine yapışmış küstahlığını satırlardaki eşsiz anlatımın içinde eriyerek kaybolurken farkında bile olmadan yitirdi. Taksim-Yeşilköy arası trafik sıkışıklığında 1-1.5 saati bulabilen yolculukta yazarın anlatımı ile bir başka yaşama, başka insanların duygu ve düşüncelerine dahil olmuş gerçeklikten koparak daha gerçek olana doğru yola koyulmuştu. Zaman zaman başını kitaptan kaldırıyor, görmeyen gözlerle camdan dışarı bakarken kendisini etkileyen cümlenin anlam derinliğinde demleniyordu. Yeşilköy'e vardıklarında son durakta indi. Kitap okurkenki munis ve mütevazi hali yok olmaya başlamıştı bile. Etrafındaki evleri-insanları görmemek isteği ile hızlı adımlarla eve doğru yola koyuldu.Anahtarı cebinde yokladı, az sonra "tavaya çak bi yumurta" şenliği düzenleyeceği ve tüm anları yapayalnızlığın doyulmaz özgürlüğünde , tüm eklerden yoksun yalın haliyle yaşayacağı yere açılan kapının kilidine eğildi.

İşte içerideydi.."ohhhhhhh!" dedi yüksek sesle ve dizginlenemez bir neşeyle. Gençti, Yeşilköy sahilinde tek kaldığı bir evde konuk da olsa alabildiğine özgür ve bir süre yalnızdı.


Balkona çıktı. Güzel yaz akşamı insanlar balkonlara çıkmış sofralar kuruyorlar, aile oluşun ahenkli mırıltıları ve seslenişleri i le sofralar kuruyorlardı. Bir an mahzunlaştı.. ailesinin sevecen ve dizi filmlerdeki gibi daima yeni bir şeylerle kurgulanmış akşamlarını ne kadar da özlediğini düşündü.

İstanbul'un her kaldırım taşı ile birlikte tamamını verseler ona paye vermeyecekti. İstanbul 'un kendisi de yalandı , İstanbul insanı da yalan ediyordu.

O ailelerin koşturmacalarına- yorgunluklarına-mecburi ritüellerine burun kıvırarak içeri girdi. Canı ne isterse yapacak ve istemediğini yapmayacaktı. "Şahane bişi bu" dedi aynadaki aksine..aynadaki aksinin dudakları kıvrıldı,gittikçe genişleyen bir sırıtışla baktı kendisine...ve tam da o anda elektrikler kesildi! Çocukluğunun tüm korkuları olanca gücüyle savunmasızlığının ortasından hücum etti benliğine. O anda, İstanbul'un nezih bir semtinde son derece güvenli bir apartmanda salına salına gezinen üniversite öğrencisi bir genç kız değildi. O anda, kopkoyu bir karanlığın ortasında bilinmeyenlerin saldırısına uğramasına ramak kalmış ve düşmekte olduğu dipsiz kuyuda uzattığı ellerini tutacak,çığlığını duyacak hiç kimsesi olmayan bir çocuktu. Anahtarı aldığını hayal meyal hatırladı sonradan..gecenin bir yarısı kendini evden sokağa attı...kalbi durmak üzereydi.

Sokaklar da karanlıktı ama ay dede ışığını cömertçe paylaşıyordu.Daha biraz önce çatal bıçak sesleri ile alay ettiği insanlar balkonda sofra keyfine devam ediyor,mumların titrek ve neşeli sarı ışıklarında görmeseler de varlıklarını hissettikleri canlarla korkuyu ve yalnızlığı bertaraf ediyorlardı. Ne yapacağın bilmeyerek bir süre sokaklarda ileri geri yürüdü.Sonra tüm o apartmanları gören bir kaldırıma doğru ilerleyerek oturdu. Sükunet kapısını çalmış, o da memnuniyetle içeri almıştı. İçindeki çocuğa bir şarkı mırıldanmaya başladı usul usul.

Gel yine küçüldü saatler
Zor benim işim bilemezsin
kah sana boyanır gözlerim
Kah içimi bulutlar sarar
Can sana bölünür uykular
Ah seni çeker canım işte
Yoksun yoksun kaç gün ya
Vurgun yorgun derbeder
Bir buz gibi kış gecesinde
Bu sokak kedisi yapayalnız
         



Balkonları izlemeye koyuldu.Ev ile yuvanın, kalabalık ile ailenin, angarya ile paylaşımın farklarını seyrederek ayrımsadı. İçinde, inatçı ve haklılığını teslim ettiği bir yan vardı özgürlükten yana olup bedeli ödemeye hazır olan. Ona dahi sevgiyle sarıldı. "Bir gün ben de böyle bir yuva mı kuracağım yoksa sırt çantamı yüklenip demir asa demir çarık mı diyeceğim acaba" diye sordu gönlüne. "Bekle de gör" dedi gönlü "Güzel günler sana gelmez. Sen onlara yürüyeceksin(Mevlana)"
Ne kadar zaman orada kaldı , kendi kendine kaç şarkı mırıldandı bilinmez. Elektrikler geldi,, evler ve sokaklar tanıdk aydınlığa kavuştular...ama o evine gitmedi. aydınlanan ve karanlıktan kurtulan sadece sokaklar ve loş balkonlar değildi. Gönlünde yeni aydınlanan köşedeki karanlığın gidişiyle nefes alışın ve hayatının bundan sonrasında izleyeceği yolun belirginleşmesinin şaşkın yorgunluğuyla oturdu. 




5 Aralık 2013 Perşembe

Suskun


Kimlere neleri söylemeden bitecek başrolünde oynadığımız bu film... "Çok kızdım sana" diyemediklerimiz, "kırdın beni" diyemediklerimiz, "özledim hem de çok"u anlatamadıklarımız...hep yarım kalmış asıl duygularımız.

Birileri sayfalarca yazmış, birileri koca buket çiçek almış, birileri serzenişte bulunmuş ama "kendine iyi bak" diyen yürek dağlamış.

Söylenmesi gerekenler kadar söylenmemesi gerekenler yığılı  önümüzde. Pişmanlık mı peki bunların getirisi..değil. Kendimize ve dünyaya söz vermişiz başka hayatları seçerken. Susmak özgürlük bazen.

"Sen de kendine iyi bak...sözlerin kadar sıcak kalsın yüreğin" diyebilmek yerine "peki" denildiğinde de anlaşılır mı suskun tebessümlerin günler sürecek ışıltısı,neşesi?

Sussam da duyabilecek misiniz söylediklerimi...


4 Aralık 2013 Çarşamba

Anlamak...

Babamı , uykumdan ve bildiğim bir çok şeyden fazla seviyordum. O yüzden, gün henüz ağarmamışken yanağıma konan minik öpücük ve öpenin babam olduğunun kesin kanıtı olan bıyıkların batışını söylenmeden karşıladım. Gülümseyerek baktı ve açıklamak yerine fısıldadı "haydi".

Kalktım elimi yüzümü yıkadım  , çabucak üzerimi giyindim ve ardından yola çıktım. Arabaya bindiğimizde motoru çalıştırdı ve kendine özgü müstehzi tebessümü ile neşeli bir türkü mırıldanmaya başladı. Güne onunla başlamaya bayılıyordum. Babam, asla diğer babalar ya da diğer yetişkinler gibi değildi. Küçücükken de dediğim gibi "Tarzan'dan bile daha yakışıklı"ydı.Ortaokul ya da lise başlangıç çağlarında olmalıyım. Aldı beni Sotka'daki kahveye götürdü.Annemin yaptığı kurabiyelerden almış yanına, çöplüsünden çay söyledi. Kahvaltı etmeye başladık. Kahveye kız çocuğu mu getirilirmiş, sabahın köründe baba kız kurabiye ve çay ile kahvaltı mı yaparmış sokaklarda...yaptığı şeyden emin ve tereddütsüz olanların huzuru ile dünyanın o kısmına sırtını dönmüş çayını içiyordu.Ben ise kendimi ayrıcalıklı hissediyor ve onun kendine özgü sert kokusunu ciğerime depolamaya uğraşıyordum. Neydi konuştuğumuz konular, sohbetin ardıarkası kesilmeyen akışında tartışılan neydi hatırlamak zor. Ama net olarak hatırladığım şu ki, konu insanlar değildi. Babam insanları değil olayları tartışmayı severdi, çok da hazzetmezdi kişi yorumlamaktan.O bir  bilgi ve tabiat insanı oldu her zaman...

Sonra balığa çıktık.Gün,denizde iken kucakladı bizi.Deniz çarşaf gibi bir mavi..gök kusursuz ve lekesiz bir mavi ..Trabzon sahilinden gittikçe uzaklaşıyorduk.Adı -tanımı olmayan bir duygu sardı benliğimi.Tüm "önemli"ler, tüm "peşinden koşulanlar yalandı. Tanrı, içimizdeydi. Dünyadaki tek renk maiydi.Sevgi,sorgulanmayandı.

ÇOCUKLARIM DA BABAMIN ŞEFKATİNDEN VE MAİNİN KUCAKLAMASINDAN NASİPLERİNİ ALDILAR HER ZAMAN
Teferruatlar sadece gerçeğin güzelliğini kirletiyor..Kıyı hepten görünmez olduğunda bir fark ettim ki ben maide bir noktayım...adım yok sanım yok ne geçmişim ne geleceğim evrene ait bir noktayım ama nasıl güzel nasıl huzurlu nasıl gönlü doymuş bu güzelliğe özlemle ömrünce hasret çekecek olan bir noktayım. 

O, tüm kanalların tertemiz dolduğu, tüm benliğimin şarj olduğu sabah duyduğum tek ses denizin kayığa çarptığında çıkarttığı nazlı çırpıntı ve babamın ara ara kendi kendine mırıldandığı o şarkı... "ne yeşili ne siyahı gözümde hep gözlerin var..."

Şimdi ne zaman kirlendiğini görsem yaşam sahillerinin ve ne zaman aldığım nefes yetmiyor olsa aklıma o sabah gelir. Yalanla,iftira ile can yakanlar, beni yendiğine inananlar Allah'ın lütfettiği o sabah esintisinde hükmen yenik gelirler...kendi yalanlarında debelenmelerini izler, körlüklerine hayret ederim o insanların. Yalan, beni kendine çekip  ağdalı bulanıklığında yitirmeden gerçeklerin arı çizgilerine teslim olur..huzur bulurum.

Zaman olur kuş gibi

Birgün hazan,birgün bahar


Aşkı sizde öğrenmiştim


Vermediniz yalan yıllar....






3 Aralık 2013 Salı

Mektup

Unutulmak mı? Yok o kadar acıtmıyor artık canımı. Gülümsemek mi , ya kaybedeydim ışığımı?


Öfke yamaçtan aşağı inen ve birleştikçe güçlenen yağmur suları gibi gittikçe güçlenerek hakim oluyor renklere. İyilikte ısrar bazen kötülüğü besler diyor Balzac..belki artık kötü olmasak da iyiliğe- iyilikte ısrara ara vermek lazım. Öfke, iyi ve güzel günlere duyulan özlem, elimizden çekilip alınanlar, insanların körlüğü,cehaletteki ısrarı,sığlığı,rüyaları olmayan binlerce insanın etrafımdaki mırıltıları........Korkunç bir girdap bu içine çekilmeyi reddettiğim. Susarsam boğulurum; vazgeçmemem lazım!

"Durursam bi daha kurtulamam."

Camı açtım soğuk-yağmur aldırmadan ,gri gökyüzünün vaad ettiklerini içime çekerek. Yüzümde on yılların oluşturduğu her çizgi çığlık çığlığa . Susmak ne çok şey anlatıyor anlayana. Saate baktım: çocuklarımın gelmesine daha zaman var..biraz daha ben olabilirim.

Senfonik bir orkestra hakim tüm güne bugün. Kontrolümden çıkmış bir rüyanın tek kahramanıyım. Yalnızlığın tanımına tanımla ekleyebilirim bugün. Yalnızlığımı , yalnızlığın kendisinden bile çok sevebilirim bugün. Konuştuğunuzda sizi duymayan insanlar daha çoksa çevrenizde , sustuğunuzda sizi duymalarını nasıl beklersiniz?

"Elini tuttum sıcacıktı, yüreği elimdeymiş gibi…"

Bunca yalan, bunca hıyanet, bunca kılıf uydurulmuş kötülük...korkuyorum artık korkuyorum tüm sevdiğim insanlar ve kötülüğü başarır da ıslah olmaz diye tüm sevmediğim insanlar için. Çocuklarım için, ülkem için,kendim için,gelecek için korkuyorum . Şarkıları unutmuş öfkesi şiddet olan;öfkesinde sınır ve hedef olmayan insanlar için korkuyorum.

Bir kocaman nefes al dağlardan gelmiş gibi ..için serin nefesle dolsun..bu yangın yer bitirir seni. Kapı arkasında söylenmek değil senin tarzın..yapacak bir şey vardır her zaman......Hayat orkestrasında uyumsuz sesler çıkartmadan tamamlayacağın başka şarkılar vardır...düşün!


"Bizimle konuşmuyor arkadaş. Peki niye konuşmuyor.Bizi adam yerine koymuyor mu   diyorsun. Ziyanı yok gülüşü yeter bize."
Anne olma zamanı..tüm öteki sesler boynunu eğer bu keskin emre. Yavrularım...
Selin geldiğinde bana sarıldı kocaman "annem, birtanem"...gül yaprağından daha hassas pembe beyaz yanacıklarına baktım şefkatle "yavrum.." duruldu öfkem, tüm ertelenmişliklerin üzerini örttüm gülümseyerek.
O kadar zorluyor ki beni sessiz ve tekrarlanan düşler.Çocuklarımın minik ellerindeki sorgusuz uzanış olmasa ellerime ....düşeceğim gibi geliyor bazen.



Phantom of the Opera 25th Anniversary - 5 Phantoms

Sarah Brightman & Antonio Banderas - The Phantom Of The Oper

26 Kasım 2013 Salı

Adım Adım

Ya susmayıp ne edecektim?

Az sonra gülümsemeye hazır bir dudak kıvrımı baş gösterecekti..kendim bile öfkemi haksız bulacaktım. O yüzden susup yoluma devam ettim. Soğuktu, rüzgâr yaramaz bir çocuk misali, sanki kendisi de üşümüş de  ısınmaya yer ararcasına yakamdan içeri süzülmeye çalışıyor bu da omuzlarımı dikleştirip yürümeme neden oluyordu.

O kadar zordu ki eşiği yıllarca huzurun,sevginin,güvenin timsali olmuş kapının önünden son kez geçmek, camlarını sildiğim-elektrik arızasında koşturup tamirci aradığım yuvamın  içine girmeden - giremeden öylesine uzaklaşmak. Allah dağına göre kar verdiğine göre ben 5 Ağrı Dağı büyüklüğünde filan olmalıydım. Kişiler beş para etmezdi ama makamlar arşa değer vaziyetteydi. Ben de tutup kavga verdim. Hamsi köpekbalığına karşı. Hamsi 10 köpekbalığı 1.Skor bu. ..ama o bir belden aşağı vurmaktı, canım çok yandı.


Kızmak kolay elbette kadere,düzene,insanlara, filana falana...oysa ne bulduysak karşımızda, götürüp onu biz koyduk yolun ortasına. Kör bakıp çare bulamıyor insan. Kızmaktan vazgeçişim bu sebepten, öfkem haksız. Özlem haricinde ağır gelen birşey de yok zaten..

O da yazgıymış diyeceğim, hatamı bulup yinelememeye gayret edeceğim.


Ama bazen, siz neye ne kadar gayret ederseniz edin yaşamanız gerektiği için hayat koca çiviyi batırıveriyor ayağınıza. "Çamura saplansam yine gelir misin" diye sorduklarınız evet dese bile çamuru sıçratmamak adına kimseleri çağıramıyorsunuz yardıma...

Rüzgâr yağmurla arkadaş..saçlarımın ıslanmasını, yaşamayı hissetmeyi sevişim bu. Deniz, dalgalarına konsantre başka bir şeyle ilgilenmiyor..hayat kendi devinimine devam ediyor. Adımlarım,  10 yıl boyu hemen her gün yürüdüğüm büyük alan taşlarını arşınlıyor aşina basışlarla. Ancak hazır oldum vedaya, dudaklarım kıvrılıverdi yüzlerce anının artık solan renkleriyle üşüşmesine; hüznün ağırbaşlı suskunluğu yeni başlangıçlara açılan yelkenlerin  şişmesi ile kararsız.Kopmak mümkün değilse kopartacağız çaresiz..zaman o zaman!

Öyle sarhoş olsam ki ..diyen şarkı dolanıyor dilime.Gülümsemeyi başardığıma göre irin kesildi sadece kan akıyor yürekten.İyidir;taze kan gelir yerine diyorum. Umudunu kaybetme diyeni kırmak olmaz, umut ediyorum. Saçlarım bir kez daha uçuşuyor özgürce, karmakarışık ve bakımsız göründüğünü biliyorum..tıpkı bunun beni mutlu ettiğini bildiğim gibi.



Kötülük insanın ayağına dolanan  bir şeydir, zamanın adaletine inananlardanım ben. Şimdi soğuk ve ıslak rüzgâra eşlik eden o bildik şarkının ıslığı ile yürümeye devam edeceğim. Veda edilen alandan Ahrengelos'a varıncaya değin.

Köpekbalığı 1-hamsi 11....



25 Kasım 2013 Pazartesi

Otomatik Pilot

Son misafir de gidince, kapıyı artlarından kapattığımda zoraki gülümsemenin getirdiği yanak ağrısı da son buldu..huzur içinde astım suratımı.

Zaman içinde bedeli ağır olsa da edindiklerimden en çok otomatik pilotumu seviyorum sanırım. Ben, kabuğumun içinde hüzün,öfke,endişe,neşe ama her neyse yaşamın getirisi onu yaşarken, otomatik pilotum tam da yapması gerekeni yapıyor. Kâh ifadesiz bir yüzle anlatılanı dinliyor kâh meraklı bir sevecenlikle muhabbete iştirak ediyor. Bir sürü safsata bize erdem diye öğretilen şeyler. Demokrasi: ütapyanın en alası.. dürüstlük: en azından dürüst olanı yerle bir ediyor, kesinlikle sınırları olması lazım....Sevmek;cinayetler sevgi yüzünden işlenmiyor mu?Ya para sevgisi,ya güya aşk...kural,gereği gibi yaşamak ve yaşatmak olmalı belki de. Adaleti başkasından beklememeli insan, kendi adaletini kopartıp almalı.

Eski iş yerimde bir toplantı yapılmıştı. Beklemediğim halde son anda kürsüde diğer yöneticilerle oturmam ve bu şekilde iştirak etmem istenmişti. Bu çok hoşuma gitmedi aslında çünkü izlenmekten çok izlemeyi seven bir yapıya sahibim. Kontrolü sağlamak için hemen vazgeçilmez iki dostumdan birine sarıldım ve elime kalem alıp toplantıyı not etmeye başladım. Böylece hem meşgul oluyor, hem dinliyor, hem ciddi görünmeyi başarıyor hem de gözlerimi ancak istediğim zaman salondakilere kaldırıyordum. Kontrollü özgürlük, sevdiğim bir şey bu. Sonrasında konuşmalara iştirak eder, görüş beyan ederken otomatik pilota bıraktım yavaşça her şeyi. Orada çözüm-uygulamalar-talepler ile ilgili konuşurken insanları izledim. Çocukluklarını düşündüm. Sabah giyinirken koşturmalarını,telaşelerini gözümün önüne getirdim. Yüzlerindeki bilerek-bilmeyerek taktıkları maskelerin altında yalın hali ile insanlıklarını görmek arzusuyla onlara kaçamak bakışlar attım durdum. Çoğu benden hoşlanmıyordu. Gözgöze geldiğimizde küçümseyen ya da soğuyan bakışların beni ne çok eğlendirdiğini, aldırmazlığımın boyutunu bilseler beni o kadar eğlendirmemek için farklı bir ifade takınmaya çalışırlardı eminim. Aynı gerçeklik boyutunda olmamanın sonuçlarından otomatik pilot sayesinde uzaklaşabilmek...minnettarım!

Dışarıda yağmur serin tatlı bir melankoliye davetkâr. Vivaldi for seasonsu açıp dinlemek lazım. Shakespeare'den güzel soneler okuyacak suskunluğu da sözleri kadar huzur veren bir dost bulmak lazım.

Kölen olmuşum senin, elden başka ne gelir, 
Gece gündüz el pençe divanım buyruğuna; 
Geçirdiğim saatler baştan başa bir hiçtir 
Sen buyurmuş değilsen çabalarım boşuna. 
Senin için, sultanım, saatleri gözlerken 
Ben kimim ki küseyim sonu gelmez günlere, 
Kara kara düşünmem, acı çekmem özlerken 
Uğurlar olsun dersen kölene sen bir kere 
Ben kimim ki kıskanıp kuşkulanıp sorayım 
Kimle içli dışlısın, nedir yaptığın işler; 
Derdim günüm put gibi düşünmeden durayım, 
Mutlu kıldıklarını bilmek içime işler. 
Öyle körkütük sadık bir köledir ki sevda, 
Seni kötü göremez bin kötülük yapsan da



Sonra yapılacak tüm işleri boşverip, normlardan sıyrılabilecek kadar sıyrılıp camın önüne geçmek ve yağmurun her damlasının ayrı öyküsü olduğunun bilerek onları seyretmek lazım İşte yalnızlık en lüks özgürlük ki burada otomatik pilota pek gerek kalmıyor...ama yaşam öyle bir hal aldı ki insan bazen kendisine bile otomatik pilot ile bakmak zorunda kalıyor. Bazen üzüntüye yeise kendinizi bırakamayacağınızı biliyorsunuz. Düşmekten paramparça olmuş dizlerle kalkıp koşmaya devam ediyorsunuz. Yalın halinizden -de halinize, -den halinize, -e halinize dönüşmeniz gerekiyor.Yine de en çok yalnızken kendiniz olabiliyor ve zoraki gülümsemenin yanak ağrılarından kurtulabiliyorsunuz. Bu, sizin zamana dirayetinizi arttıran ve zamanın çözümü beraberinde taşıyan bir süreç olduğunu öğreten bir deneyim oluyor. Sonrasında ise umudun vazgeçilmezliğini , vazgeçmemenin önemini, hayatın ne çok yeniden başlamayı önerdiğini, yenilgilerin zafere dönüştüğünü,belirleyici olanın insan olmadığını öğreniyorsunuz.


Ağlayacağım zannederken gerçeğin güzelliği ile hayale gülümsüyorsunuz.













Şimdi Vivaldi ve yağmur zamanı...yine geleceğim.







14 Kasım 2013 Perşembe

Hacıannem'e ...

Yaş 19-20..Artık elimde valizim geziyorum. Trabzon'a dönsem  anılar zamanın  fırçası ile şekil değiştirmeye başlamış, alışkanlıklar İstanbul'un özgürlüğü ile şekillenmiş..İstanbul'a dönsem özüm Anadolu gurbet hep içimde yara, zaman geçtikçe kaybettiklerim beni korkutmuş,her geçen yıl toprağımın denizimin kokusu daha çok başıma vurur olmuş. Hiç bir yere ait değilim. Bir de yurtta kalma hakkım bitti okul uzadı..oh! Hırçınlaştırmış hayatla mücadele beni; dağlarım daha yalçın, dalgalarım daha köpüklü olmuş.

Tam o zamanlara başlar sevginin isyana ve öfkeye zaferinin öyküsü, tam da o zamanlardır bulutların arasından güneşin yüzünü gösterişi..tam da o zamanlardır Hacıannem'in hayatıma girişi.

Kalacak yerim olmayınca lisedeki tarih hocamın ablası ve annesi evlerini açtılar bana. Yeşilköy sahilinde muazzam bir ev. Pek fazla tanımadığım bu insanların davetini kabul etmek zorunda kaldım her ne kadar birilerinden iyilk kabul etmek işime gelmiyorsa da. Onlar yazın yazlıktaydılar,ev boştu, onlar dönene kadar yurt çıkmalıydı. Ülker Abla'nın iş yerine gittim evin anahtarını almaya. Mercan'da  toptan plastik-cam eşya satan bir yer.Ufak tefek, soğuk ve mesafeli bakan bir çift gri göz, sade - kibar-ama çelik gibi iradeyi ortaya koyan bir tarz. Beni kalacağım eve götürdü, buzdolabına ufak tefek koymuş, evle ilgili bilgi verdi, kuralları açıkladı, tüpü doldurmuş, mecbur kalırsam telefonu kullanabilirmişim filan falan. Ufff....kurallar!

O gittiğinde bana tamamen yabancı olan bu evde biraz merakla biraz ürkerek dolaştım. Keyfime diyecek yoktu. Sahanı buldum, bir yumurta kırdım, bulaşığı yıkadım ve sonra yurttaki odam kadar büyüklükte bir yatağa kendimi atarak bunca zaman birikmiş olan "ne olacak şimdi"lerimin yorgunluğuyla uyuyakaldım.

Kolay değildir ailesine bağlı biri için gurbette okumak yurtta kalmak. Haftasonları birilerine evci çıkarsınız çamaşırı yıkatabilmek , bir banyo yapabilmek umuduyla. Her gittiğiniz evde onların kurallarına uyulması beklenir. Açsanız açım diyemezsiniz, beklersiniz herkes acıksın o sofra kurulsun..bi banyo yapsam diyemezsiniz ev sahibinin daveti gereklidir.Yük olmamak, laf işitmemek adına bir gittiğiniz yere  bir daha gidebilmek için uzun zaman geçmesi gereklidir, hesaplarsınız...

O ilk gece uyandım karanlığın ortasına. Nerede olduğumu bir türlü hatırlayamıyordum. Trabzon'da evimde miydim, Erzurum'da ablama mı gitmiştim,Avcılar'da amcamda mıydım,Fatih'te teyzeme mi uğramıştım, İzmit'te Ayla'lara mı gelmiştik topluca..neredeydim neredeydim neredeydim? Oda yabancı ışık yoktu, uzakta bir yerde durmaksızın bir telefon çalıyordu, kapıyı bir türlü bulamıyordum,kalbim deli gibi atmaya başlamıştı,telefon hiç ama hiç susmuyordu, ellerimle duvarları yokluyor kapıyı arıyordum ama yoktu yoktu yoktu....ağlamaktan ve yorgunluktan bitap düşüp yatağa serildim ve bir kez daha karanlığa teslim ettim kendimi.

O isyankâr küstah dik duruşun arkasındaki kırgınlığı, korkuyu, bıkkınlığı anlamaları mümkün değildi. Anlamadılar da zaten. Onlar anlamadıkça rüzgârlarım sertleşti, yamaçlarım dikleşti. Kimseye minnet ettiğim yoktu!

Sonra zaman hızla geçti ve Ülker Abla ile Hacıanne yazlıktan döndüler. Her akşam sahana bi yumurta çak keyfim elden gitmiş, bana tanınan süre bitmişti. Utana sıkıla biraz daha süre istedim. Ülker Abla yine soğuk bir nezaketle sorun olmadığını söyledi ama ancak bastona dayanıp yürüyebilen, vücudu iki büklüm olan Hacıannem gülerek eve ses olacağımı, bunun iyi   bir şey olduğunu söyledi. Gülüşü içime işlemişti, farkında olmadan ona gülümsediğimi hatırlıyorum.

Bu noktada şunu söylemeliyim ki insanların beni anlamadığından, bencilliklerinden dem vururken ben de aynını yapıyormuşum oysa. Ülker Abla'nın buz maskesinin altında sevecen, kırılgan bir hanım yattığını ve deneyimlerle edinilen buz maskesinin bu dünyanın en hassas kalplerinden birini korumaya yönelik olduğunu anlamam çok uzun zamanımı aldı.

Onlarla yaşamaya başladığımda kuyruğu dik tuttum. Ülker Abla 5 gibi ve oldukça aç geliyordu işten ve yemek de o saatte hazır oluyordu. Oysa ben, kaynaşmak ve evden biri olmak niyetinde hiç ama hiç değildim. Uyku zamanına yakın geleyim sabah erkenden gideyim hem böylece yük olmayayım istiyordum. İlk seferde akşam 20:00 gibi eve geldim. Ülker Abla kızgındı. Evin kuralları olduğunu, saat 17 'de eve gelmem gerektiğini, gelemeyeceksem telefonla haber vermek zorunda olduğumu anlattı sakin ama vurgulu bir ses tonuyla. Cevap vermeksizin, özür dilemeksizin dinledim onu. Sokakta kitap satıyordum ve gecikmem çok da anormal değildi ama bunu ona anlatmaya niyetim yoktu. Sözü bitince sessizliğimin tepkisini anladı. "Anlaşıldı mı" diye sordu yine sakin ama çok da yumuşak olmayan bir sesle. "Bakarız" dedim yaşımın ve yaşantımın verdiği tüm küstahlıkla. Sonra kalktım,aç olmadığımı söyleyip yattım. Hacıanne ile Ülker Abla'nın sessiz konuşmalarının yattığım odadan anlaşılmayan kelimelerinin gölgesinde uyudum. O hafta o evden yollanacağımı biliyordum.

Ertesi gün saat 19 gibi ve telefonla haber vermeksizin döndüm okuldan. Fırça-kavga-kovulma ama her neyse olacak olan acaip hazırlıklıydım: umurumda bile değildi.Hayat, o kadar çok şeye uyum sağlamaya zorluyordu ki beni ve o kadar çok şeyle mücadele etmek zorundaydım ki bir eksik bir fazla hiç fark etmezdi doğrusu. Ellerim ceplerimde indim otobüsten eve doğru yollandım. Evin olduğu sokağa girmek için köşeyi döndüğümde Hacıannemin bastonuna dayanmış iki büklüm halde camda beni beklediğini gördüm. Dik  tuttuğum başımı eğdim, eve çıktım.

Sofra kuruluydu ama kimse yemek yememişti. Ülker Abla gazetesini okuyordu. Hacıanne bastonu ile gelebildiği kadar hızlı geldi yanıma "merak ettim" diyerek sarıldı.

Tüm kalelerim yıkılmış, tüm kibrim-isyanım-küstahlığım-huysuzluğum paramparça olmuştu. Kavgaya hazırdım, defedilmeye, terslenmeye hazırdım..ama buna hiç!

Ülker Abla benim ne yapacağımı bilmez halime bıyık altından gülerek "hadi hadi sonra kucaklaşırsınız öldüm açlıktan" dedi. Artık kızarmam, kaşarın tekiyim sanıyordum. Yüzüme kan hücum etmesinin o mahcup huzurunu unutmuşum. Ağzımın içinde özür ve elimi yıkamakla ilgili bir şeyler geveleyip banyoya koşturdum, ellerimi yıkayıp sofraya geçtim. Ne sitem ettiler, ne laf sokuşturdular. Bir aile idik ve yemeğimizi birlikte yedik.

O günden sonra bendeki değişimin hızı akıl alır gibi değildi. Hacıannemin sabahları beni görünce pırıl pırıl gülen yüzü, Ülker Abla'nın gittikçe yüreğimi ısıtan gülüşü, akşam kahvesini benim yapmam gibi ritüellerle hayatın içinde yer alışım...Kirli kot pantolonu ile sokaklarda gezen öfkeli kız hatırlayamayacağım kadar uzaklaşmıştı benden. Bana ayrılmış turuncu ders çalışma koltuğumda ders çalışıyor, Hacıannemin şifalı elleri ile coşan menekşelerinin renginde gönlümü demliyor, Ülker Abla'nın kuralcılığının benim şen kahkahalarım ve  şımarıklıklarım arasında yerle bir oluşunun keyfini yaşıyor onları çok ama çok ama çok seviyordum. Yunanistan göçmeni olan ailenin geliş öyküsü, Atatürk sevgileri,Cumhuriyete sahip çıkışlarının yaşanmışlarla oluşan anıları beni derinden etkiliyordu. Yaşam, kendisiyle birlikte ona bakışımı da değiştirmişti.

Ailelerini ailem belledim. Akraba ziyaretleri, misafir gelişi, bulaşık yıkamak, hafta sonu kahvaltılarında ayva reçelinin ayvası için kavga etmek...ölesiye mutluydum. Hacıannemin eşsiz yemeklerinin sırrını öğrenmeye çalışıyor, sabahları kalktığımda ona illa rüyamı anlatıyor, eskilere ait hiç duymadığım deyim ve ata sözlerini not almaya çalışıyordum. Heyyy, örgü bile öğrenmiştim ben! Yaşamak huzur dolu ve güzel bir uzun gün gibiydi.

ÜLKER ABLA VE ÇOCUKLARIM
Zaman aldıklarını geri verse keşke...Şimdi yüzyıllar kadar uzak geliyor bana o evden ayrıldığım yaz. Daha sonraki yıllarda evlenişim ama onlardan hiç kopmayışım, Hacıannem hasta olduğunda gece kimselere izin vermeyip yanında benim kalışım, tüm kirlenmişliğimle gittiğim evinden sevginin arındırıcılığı ile hafifleyip çıkışım, çocuklarımı sevişi, eşimden şikayet edince bastonu sallayıp beni tersleyişi, gülüşü, bana ayırdığı aşureleri..beni gönülden sevişi.

Hacıannemin öldüğünü söylediklerinde aslında artık bunu bekliyorduk. Yeşilköy'deki eve gittiğimde üzgündüm. Otobüsten indikten sonra apartmanın olduğu sokağa girmek için köşeyi döndüğümde camda beni bekleyen sillueti aradı gözlerim. Sonra eve çıktım. Naşide Hala'yı hatırlıyorum hayal meyal..içeri girdim. Eve baktım...sonra kimsenin ölümünde ağlamayan ben ömrümde hiç ama hiç ağlamadığım kadar ağladım. Ciğerlerim acıyana, gözlerim yanana, söylenen hiç bir sözü anlamayana kadar ağladım.

Mezarına asla gidemedim.Bu, aradan geçen onca yıla rağmen benim dayanabileceğimin çok ötesinde.

Onu son görüşümde "beni unutma" demişti
Seni unutmak mı?..sanki bu mümkünmüş gibi... seni öyle özlüyorum ki Hacıanne

Nurlar içinde yat Hacıanne'm..mekanın cennet olsun
Okuduğum tüm dualar "evladından" diyerek gelip seni bulsun...nurlar içinde yat..nurlar içinde


Bazen bir tek kişinin eksikliği tüm dünyayı ıssızlaştırıverir... BUSCAGLIA

10 Kasım 2013 Pazar

Sabâ Renkleri

Ezan sesi semalarda yankılandı, tüm sesler tüm anlamlardan arındı. Başka hiç bir vakit bu kadar etki etmiyor ezanın sükunete,ibadete çağıran sesi;sabah namazına davetin yeri ayrı  . Tüm dünyadaki ezanlar bana sesleniyor o vakit, uyan-utan-hatırla aslolanı-unut kibrinden kaynaklananları diyor. Öfkem bencilliğinden arınsın, kopyalarla uğraşmasana ; sen asılsın diyor.

Bir hazin boyun eğiştir gelip yerleşiyor gönlüme. Karanlığın içindeki seslenişi dinliyorum, o seslenişte hiçliğimi seyrediyorum. Siyah yerini laciverte bırakmış, suskun diller yaradana yakarmış. Gece ile günün kesişiminde , siyahın maiye dönüşümünde , niyeti olanlar için hesaplaşma başlıyor "neye celallendim, nerede hata yaptım, ne yapsam da ""iyiliğe idi yolu"" denilenlerden olsam" diye düşünmeye başlıyor. Tevazu ile düşünebildiğinde pişmanlıklar karşısına dikiliyor insanın. "Ne diye kırdım kalbini" diyorsunuz en basitinden.." o bilmedi ama ben bildim: baktım ve kılık kıyafetini küçümsedim, hey gönül bu kibir nereye kadar" diye inliyorsunuz..söz verip unuttuklarınız, üzerinize vazife değilken iş edindikleriniz, gücünüz var diye ezdikleriniz..camı açıp bir nefes almalı, bu sorgulamaya dayanmalı, sebep nedir hangi sonuca vardırmış bizi ..anlamalı!

Bahtiyar Sahaf'tan alınan bir fotoğraftır
Renkler geliyor yavaş yavaş gittikleri yerden. En çok maiyi özlemişiz, en çok da mai lazım bize. Lacivert bir ton daha açıyor kendini ve uyuyanlar uyansın diye biri bitirince diğeri devam ettiriyor ezan sesini. "Namaz uykudan hayırlıdır" diyormuş ezanın Sabâ makamındaki çağrısı..Ben de bilmezdim ya, eşim söylemişti şaşırmıştım. Bu kadar nahif, bu kadar yüzyıllardır  vaz geçmeden "ben"i kendine çağıran daveti anlamını bilmeden dinlemenin içe dönük kırgınlığını yaşamıştım duyduğumda. Namaz uykudan hayırlıdır..mine'n nevm sadece sabah namazında söylenen söz.

Kuşlar uyanmaya başladı, duyuyorum seslerini. Zamanı ziyan ediş en büyük pişmanlık oldu sabahın anlamında, yeniden deneyebilecek olmanın verdiği ümit ise kırık gönlün tesellisi. 

Ölüme bir adım bile kalmamışken yaşam gerçekten bir film misali unutulan tüm ayrıntıları ile göz önünden geçiyor "bak sen ne ettin önce kendin gör" dercesine izliyorsunuz her saniyeyi, yolu sizinle kesişen unutulmuş her ismi. Mutlu ve barışık anlar parlak bir yeşilken kalp kırdığınız, öcünüzü aldığınız, zayıf olanı ezdiğiniz , kalbinizi lekelediğiniz zamanlar paslı bir kahverengi. "Ah" diyor insan "hepsi ne ne nafileymiş..dönebilsem, af dileyebilsem...nasıl kırdım gönüllerini,neye yarar bu son pişmanlık" Sevdiklerinizi bırakıp gitmenin hüznünden baskın bir "keşke" dir gelip yerleşiyor içinize.Ve ne yazık ki o bir şans daha verilse bile eskisi kadar boş ve şiddetli değilse de yineliyor insan hatalarını.İnsan olabilmek çok zor, çok ağır bir imtihan.

Serçelerin berrak ve neşeli sesleri yükselir oldu.Soluk bir mavilik ufuktan hızla yükselip geceyi taşımaktan yorgun laciverti yolcu ediyor. Maiye az kaldı..bu kutsal,özel,eşsiz zaman dilimi ancak ulaşmak isteyenlerişn ulaşabileceği bir uzaklıktan ancak kıymetini bilenlerin doyamayacağı bir hızla geldi geçti...

Tekrarına ya nasip...

Hu, anlamı güzel olup günlük hayatın sıradanlığında yitirdiğimiz bir seslenişmiş meğer...hu tüm dostlara, hu tüm canlara


hu (I) 
ünlem (hu:)
1. ünlem "Neredesin, bana bak" anlamlarında, genellikle kadınlar tarafından kullanılan bir seslenme sözü
2. Dervişler arasında kullanılan bir seslenme sözü

8 Kasım 2013 Cuma

Bir Minik Fırtınaydı..Geçti

Ama ne gelirdi ki elimden onu çok sevmekten başka?

Hayatın müdahale edilemeyecek alanlarından birinde yine burnundan alevler saçan ejderhaların saldırısına uğramıştım. Selin(13) en yakın arkadaşının hiç yoktan başkası ile yakınlaşıp kendisinden uzaklaşmasından dolayı üzgünötesi gözyaşları döküyordu. Yüzümde "her şey kontrolümde bebek!" tebessümü ile onu dinlesem de döktüğü her gözyaşı taze karın üzerine yağan yağmur misali beni yok ediyordu. O anlatmayı sürdürdükçe derdini bana dökmesine minnettar dinlemeyi sürdürdüm. Habire , es vermeden sınavlara girmekten, habire deli gibi ders çalışmaktan,sevdiği dizilerden-kahramanlarından-kitaplardan-sinemalardan kısacası hayatın ona ayrılmış paydasından hiç bir şeye dokunamadan uzak kalmaya isyan etmişti. 

Araya girip sorularını cevaplamak ve teselli etmek, yanlışları ve doğruları sıralayıp arada yerini almasını sağlamak için çıldırsam da sustum.Dinlemekten çok anlatmayaydı ihtiyacı, boyun eğdim.O boşaldı ben doldum ama yine dayandım sustum. "Aşkım" yerine "akkım" derdi bebekken. Hiç yoktan aklıma geldi.Altını temizle,karnını doyur ..uyusun işte ne güzeldi o günler dedim içimden."Büyüsün" demek gafletinde bulunduğum her gün için kendime içtenlikle beddua ettim.



















Sınav sistemini değiştiremezdim..arkadaşlık ilişkilerinde seçtiği kişilerin ona yakın olmasını yapay ve geçici sağlamak gelirdi elimden...onu çok sevmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Onu varlığımın her zerresi ile kana kana sevdim.Ağlayabildiği ve anlatabildiği için Allah'a şükrederek sınır tanımaksızın,herhangi bir tanıma sığmaksızın kızımı daha da çok sevdim.

"Kardeşin var,biz varız" dedim sonra. Arkadaşların mevsimler gibi,gelir ve geçerler.İz bırakabilirler, çok keyifli olabilir yaşananlar hiç sevmeyebilirsin getirdiklerini...ama kardeşin güneş gibi;gece olsa senin için ay aydınlatan gündüz olsa güneşi parıldatan o. O hep seninle,o hep seni seven, o bu dünyaya senin için gelmiş olan,o senle tamamlanıp seni tamamlayan.


Söylediklerinin hepsinde haklı olsan da herkes bu filmi yaşıyor,senarist de biz değiliz.O zaman uyum sağlamak olsun ilk işimiz...Telafisi olmayan bir dönemde yok yere hata yapmayalım,bu sene son sınavdan sonra senle beraber alemi dağıtalım :-)

Gülümsedi ve sakinleşti; şimdi dağlarda eriyen karların gürültülü ,coşkun ve kontrolsüz akan suları ile çağlamıyordu..ritmi gittikçe sakinleşen,akışı mırıltıya dönmüş tatlı bir nehre dönüştü.

Odasına çekildiğinde daha ne yapabilirdim diye düşündüm.Gülmeye ve o ortamdan uzaklaşmaya ihtiyacı var...bir kez daha işten çıkartıldığımı, işsiz olduğumu ona söylememekle ne iyi ettiğimi düşündüm. Sonra anne kalbindeki acil durum eylem planı sandığını açtım ve tam da aradığım şeyin orada olduğunu gördüm. Derhal işleme koyuldum.

Aradan yarım saat geçtiğinde Selin'e ve Nehir'e 2 hafta sonrasına Komedi Dükkanı için bilet aldığımı, Tolga Çevik'i izlemeye gideceğimizi söyledim. Çığlıklar, heyecanlı küçük kesik cümleler,tekrar çığlıklar,birbirlerine ve bana sarılışlar havada uçuştu. 


Şu işsiz parasız halimde bir dünya param gitti ama umurumda da değil,vallahi değdi.

Gece, uyurken yanına gidip izledim ağlamaktan kızarmış burnu ile uyuyan kıvırcık saçlı prensesimi..dudaklarının kenarındaki o miniminnacık tebessümün sahibi olmak bana haz verdi...yorgun bir kadın,güçlü bir anne,ikircikli düşüncelere dalmış bir insan olarak geceye daldım yıldızlara bakıp çok eski şarkıları hatırlayarak.










7 Kasım 2013 Perşembe

kitapladans: Ahmet ÜMİT - Beyoğlu'nun En Güzel Abisi

kitapladans: Ahmet ÜMİT - Beyoğlu'nun En Güzel Abisi

Kanaat

Üsküdar'da bir lokanta var..adı Kanaat ama içeri girdiğinizde kanaat edemem anne!kanaat edemem anne! moduna giriyorsunuz. Zamana ayak diremiş;kredi kartı kullanılmıyor. Asla uygun fiyatlı olarak nitelendirilebilecek bir yer  de değil üstelik.Buna rağmen hıncahınç dolu her zaman Yemekler daima tavizsiz en leziz şekilde hazırlanmış oluyor. 
Bir irmik helvası kiiii

























Hani ne yeseniz "böylesini daha evvel yemedim" diyorsunuz. Nefis tatlı seçeneklerinin yanısıra taze ve tam kıvamında pişmiş zeytinyağlılar, geleneksel lezzetin vaz geçilmez seçenekleri her gün değişen seçenekleri ile sunuluyor. 


Ayva tatlısı ömre bedel
Garsonlar da 30 'lu yıllardan mı kalma desem..hani kılık kıyafet sunum  eski model de adamlar da sanki kartpostaldan fırlamış tipler. Masaların arasında yengeç gibi yan yan yürüyerek kendinize bir yer buluyorsunuz. Manzara Üsküdar'ın bir türlü yenilenemeyen tozlu tarihi,biraz döküntü caddesi ve koşturmacası. Eskiden hoş ve nezih insanların da fotoğrafında yer aldığı Üsküdar artık muhafazakarlığı aşmış, modern ve gelişen çizgiden uzakta figürlerin daha baskın olduğu bir yer. Üsküdar'ı sevmez oldum.

Ülkem halkı kızlı erkekli ne yapılır ne yapılmazı kâh gülüp kâh ağlayarak yorumlarken , meşru hayat nedir gayrımeşru hayat nedir diye hayretle birbirlerine sorarken, ilime bilime değil ne diye cinselliğe sardık diye sorular merak konusu olurken Kanaat'e gittik canımın içisi bir arkadaşımla.

Çağla'yla yemeğe gitmeyi seviyorum, Çağla'yı izlemeyi seviyorum. İncecik buzdan bir tabakanın dokunulmaz ve naif kırılganlığı ile bakıyor gözlerinizin ta içine. Bu zamanda zor bulunur konuşurken gözlerinin içine bakan insan, güvenilirdir öyleleri..kaçırıp saklayacak şeyi yoktur. Çağla, o naifliğinin içerisinde bir de çelik gibi bir irade sergileyebiliyor. Tam bir ikizler,tam bir tezatların ahenkle kaynaşması vakası. Kimseyi kırmadan hayatı sürdürüp renklendirebilecek cesarete sahip...bakımlı, çağıl çağıl enerji dolu,gülümsemesi hem kadınsı hem çocuksu filan...seviyorum onunla yemeğe çıkmayı dediğim bu. O benim gibi işsiz değil a, zaman kısıtlı. Öğle tatilinde 1 saatin her zerresini hayata dair yaşanası bir anıya dönüştürerek yedik yemeklerimizi. Normalde "ne yesek" olan soru Kanaat'te "ne yemesek"e dönüşüveriyor.

Kendinize bir iyilik yapmaya karar verdiğinizde "hepsinden istiyorum ama az ölçek" iyi bir karar olsa gerek. Biraz nefis yemekler, sevecen bir dostla kısa süren ama her anı dolu bir yemek, akşam eve dönülecek mesafede yeni bir yer keşfetmek, üşengeçlikten sıyrılıp bir konsere kendinizi atmak vs vs ..ve tabii uyumadan hemen önce gönlünüzü kıran değil de sizi sarıp sarmalayan küçük tatlı hayaller kurmak...vazgeçmemek ama kanaat etmek.

Yeni gün başladı bile..karanlığın maviye el vermesine daha saatler saatler var. Mutlu , güzel bir gün ola